ÇOCUKLUKTAN KALANLAR
AYHAN ALTAY      

           
          Çocukluk, ahhhh çocukluk. Şimdi çoookkk gerilerde kalan ve geriye birkaç bulanık anı bırakan o yıllar.
Yolların toprak olduğu ama insanların kaypak olmadığı zamanlar. 1950’ler, 60’lar. Memurların, şimdilerde olduğu gibi Sinop’ta değil Karasu’da oturduğu zamanlar. Kimler kalmış usumda Karasu’lu olmayanlardan diye yokluyorum da, yalnızca iki kişi öne çıkıyor.

          Birincisi ablamların bile Yakup Abi dediği; uzun boylu, her zaman şık ve temiz giysili, çocukları –özellikle beni- çok seven sağlık memuru Giresunlu Yakup Fidan. Daha okula bile başlamadığım yıllardan bir özlem olarak durur sevgisi içimde.

          O zamanlar sağlık dairesi bizim Şafak sokağın, Atatürk Caddesiyle kesişme noktasının karşısındaydı. Acı bir anıdır, Mehmet Kaye’nin bendinde boğulan bir çocuğun otopsisi o bina ile Tohumatların binasının arasındaki aralıkta, bezlerle kapatılan yerde yapılmıştı.

          Yakup Abi’nin çok güzel sesi vardı. Bir şey çalar mıydı, anımsamıyorum. Sesinin güzel olduğunu unutmamışım. Günün sevilen şarkılarını söylerdi. “Adanın yeşil çamları” gibi. İlkokula başlayıp yazmayı öğrendiğimde evimizin bahçesindeki o eski “karasu sandalyesi” dediğimiz katlanabilir sandalyenin arkalığına yazmıştım. “adanın yeşil çamları’nın” ilk dizelerini.

          Anımsamadığım ama büyüklerimden dinlediğim bir olay da şu: Yakup Abi, bir kezinde benden şarkı söylememi istemiş. Durmuş bakmışım yüzüne ve; “Yıldızlar çıkmadan şarkı mı söylenir” demişim. Bu olaydan sonra bana sık sık sorulmuş bu soru ve ben hep aynı yanıtı vermişim.

          Altmış yaşındayken internette ve Giresun telefon defterinde aradım Yakup Fidan’ı. Ne yazık ki bir iz bulamadım.

 

 

          Anılarımdaki ikinci kişi bir binbaşı, daha doğrusu binbaşının oğlu Volkan. Binbaşı, o yıllarda Erfelek Askerlik Şubesi başkanı olarak bulunuyordu. Ben ilkokul bire giderken, binbaşının oğlu Volkan sanırım dördüncü sınıftaydı ama yine de en iyi arkadaşı bendim.

          Onlara ilişkin iki anım var. Birincisi Volkan’la balık avlamaya çıkışımız. O zamanlar bizler en çok iki metre uzunluğundaki misinanın bir ucuna şişe mantarı ve kancayı bağlar, yem olarak da bahçe solucanı kullanarak balık tutardık. Bir gün Volkan, balık tutmak için çaya gitmemizi istedi. Solucan toplayıp gittik. Bizim göl dediğimiz suyun birinki yaptığı ve görece daha derin olan yerlerde tutardık balığı. Volkan orayı beğenmedi, burayı beğenmedi indik Kayaltı’nın altına. Tam yolun yokuşa vurduğu yerde derinliği az ama hayli yaygın bir yer vardı. Volkan, makaraya sarılı oltasını aldı ve yaklaşık altı yedi metre fırlattı. Ben o ana kadar bu tür olta kullanıldığını görmemiştim. Bir süre sonra da oradan irice bir balık çekti. O gün tuttuğumuz tek balık o oldu.

           İkinci anı, Volkan’nın değil, babasının da bulunduğu bir olay.

          11 yaşında, sanırım İlkokul beşinci sınıftaydım. Köprünün Faik Güzel'in dükkânına yakın köşesindeydim. Yönüm meydana dönükken arkamdan hızla gelen bir atlının atının ayaklarının çarpmasıyla birkaç metre fırlatıldım.
Tam karşıda şimdi Durmuş Çalışkan'ın dükkânının bulunduğu yerde Recep Ali Şimşek'in kahvesi vardı. Onun önünde oturanların içinde oğlu Volkan arkadaşım olan binbaşı (askerlik Şube Başkanı) varmış. Hızla fırlayarak atlıyı durdurdu ve jandarmaları getirtti. (O zamanlar Erfelek'te polis yoktu.)

          İlk kez yargıç karşısına işte bu olayın mahkemesi için çıktım.


secure stats
                Paylas  


 

>