ayhan altay

ANASAYFA

ÖZGEÇMİŞ

KÖŞE YAZILARIM

ARASIRA YAZDIKLARIM

YAZILARIM

ŞİİRLERİM

FOTO

GÖRSELLER

BANA YAZILANLAR

 

12 EYLÜL, YALAKALARI ve DİK DURANLAR

Yirmi yedinci yıldönümünde hâlâ hesaplaşamadığımız bir kangren yaradır 12 eylül. Bu nedenle de birçok kişinin dilindedir hâlâ..
Her sabah kalktığımda günün haberlerini almak için kanallar arası dolanırım. Bu sabah kalktığımda da aynı şeyi yaptım. Dolanırken bir şarkıya rastladım. On iki eylülün kalıtı bir şarkıya. Duymuşsunuzdur: "Kahraman ırkıma sızmış ihanet/ Bütün yüreklerde acı ve nefret/ Düşmanlarım mert değil hepsi de namert" sözlerini içeren şarkıya.
Sevmediği şeyleri çabuk unuturmuş insan beyni. Ben de unutmuşum şarkının söz yazarını, bestecisini, okuyanını. Baktım bilgisunardan. Mahmut Tezcan’ın sözlerini, Müşerref Akay bestelemiş ve okumuş. Ve de bu ikisi o yıllarda karı kocaymış.
Bu kez de bu kişileri aradım. Nerededirler. Ne yaparlar diye. Cıvık magazin sayfalarına konu olmuşlar bol bol. Oysa benim sorularım olacaktı kendilerine. "ABD yöneticilerin “bizimkiler sonunda yönetime el koydular" diyerek göbek attıkları darbeciler mi; darbecilerin zindanlara doldurup, analarından emdikleri sütü burunlarından getirdikleri –tartışmasız ülkenin tüm yurtsever insanları- mı; yoksa darbecileri alkışlayan yalakalar mı "NAMERT" diye soracaktım. Ama anlıyorum ki bunlar, bu soruların bile muhatabı olabilecek kişiler değiller.
Yalnızca bunlar değildi tabiî ki yalakalananlar. Şimdi demokrasi havarisi kesilen nice kişiler, o günlerde yazdıkları yazılarda ne yalakalıklar yaptılar. Bir gazetenin; Zülfü Livaneli’nin Yunanistan konseriyle ilgili olarak attığı başlığı anımsıyorum. Livaneli’nin biraz yaşlı neyzen’i için "bu yaşlı adamı bile ülkesi aleyhine kullanıyor" yazmıştı.
Şimdi bu insanlar, o günlerde yazdıklarını/yaptıklarını unutup (!), bol maaş aldıkları gazetelerinde ahkâm kesmeye devam ediyorlar, demokrasi üstüne.
*          *          *
Geçtiğimiz hafta iki sevdiğim insanı yitirdim. Her ikisi de 12 Eylül zindanlarından hayli nasibini almış insanlardı.
Birincisi Ali Başpınar. 1980 öncesi TÖB-DER Ankara şube başkanı. Ben de o yıllar Anadolu’da küçük bir kasabada şube başkanıyım. Bir kez gelmişti kasabama. Bir kez de ben ziyaret etmiştim onu Ankara’da. İlişkimiz hep sürmüştü ama fazla görüşememiştik.
Sonra yıllar girdi araya. En son bir yıl kadar önce görmüştüm. Hastalığın ağırlığına karşın yaşamı savunanlarla birlikte olmak için gelmişti konferansa.
İkincisi daha yakın olduğum dostum; Mustafa Ünüvar. Onun da yaşam çizgisi birincisine yakın. O, 1980 öncesi Fatsa cennetini yaratanlardandı. Onun yaşamında da 12 Eylül zindanları, işkenceleri var. Oysa hiç sözünü etmezdi bunların. Bir sıra neferiydi sosyalizmin.
Yazdıklarımı zaman zaman kendisine iletirdim. O, ödünsüz yapısını yazdıklarımı eleştirirken de sürdürürdü. Yumuşacık bir dost olmasına karşın, düşüncelerini eğilip bükülmeden açıklardı Mustafa Hoca.
Bu iki güzel insan yaşamlarında ampul ya da fener olmadılar. Onlar yıldızdılar. Yine de yıldız olarak kalacaklar.
*          *          *
Sahi; ne zaman yargılayacağız, yaşamımızı hâlâ karartan 12 Eylül’ü.