ayhan altay

ANASAYFA

ÖZGEÇMİŞ

KÖŞE YAZILARIM

ARASIRA YAZDIKLARIM

YAZILARIM

ŞİİRLERİM

FOTO

GÖRSELLER

BANA YAZILANLAR

 

İNSAN OLMAK

Önce size yaşanmış bir öykü anlatayım.
1962-63 kışı. Yer; Erfelek ilçesi Hasandere Köyü. Yoğun bir kar yağışı var. Bu köye İstanbul'dan gelmiş, bir anlamda geçici olarak yerleşmiş bir Ermeni Aile. Bu ailenin 12, 10 ve 7 yaşlarında üç çocuğu var. Sırasıyla 5., 3. ve 1. sınıfa gitmekteler. Aile geçimini sepet, süpürge, elek yaparak sağlıyor.
Babalarının İstanbul’da olduğu bir zaman. Birinci sınıfa giden Ruben, okula gelmemiş. Beşinci sınıftaki ağabeyi Solon, aynı okulda öğretmen olan ve ilçe merkezinde olan ailemizle birlikte kalan ablama; “Öğretmenim,” der. “Küçük kardeşim çok hasta. Yarın gelirken, onun için bize bisküvi getirebilir misin?”
Köy ilçeye yaklaşık dört kilometredir. Ablam her sabah bu yolu yürüyerek gitmekte, yine akşam yürüyerek dönmektedir. Sabah, bisküviyi alır. Tam yola çıkmıştır ki karşıdan karlar içinde Solon’un geldiğini görür.
Olayı kısa keseceğim. Solon, İstanbul’da olan babasına telgraf çekmek üzere ablamdan yardım istemek için gelmektedir, sabah ayazında. Çünkü kardeşi Ruben ölmüştür.
Telgraf çekilir. Birlikte köye dönülür. Ablam elinde bisküvi ile başsağlığına gitmek durumunda kalır.
Üç gün beklenir. Baba gelmez. Cenaze daha fazla bekletilemez durumdadır. Köylüler ise; cenazenin kendi köylerine gömülmesine izin vermek istemezler. Tek dayanakları, Müslüman olmadıklarıdır. Bunu da “sünnetsiz biri Müslüman mezarlığına gömülemez” olarak savunurlar. İşte bu noktada ablam araya girer ve “Sizin hiç mi sünnet olmadan ölen yavrunuz olmadı” der. Başka dayanaklarla savunur ve küçük Ruben, okulun avlusuna bitişik olan köy mezarlığının, okula en yakın olan ama diğer mezarlara uzak bir köşesine ölümünün üzerinden üç gün geçtikten sonra gömülür.
Cenazeden birkaç gün sonra baba Sinop garajına iner. Yaklaşık bir haftadır yollarda olduğundan telgraftan haberi yoktur.. Önce bolu dağlarını kapatan kar, sonra Ilgaz’da ve Dranas’da yollarını kesmiş. Yaz aylarında 24-30 saat süren yolculuk bir haftayı bulmuştur.
Olayın ayrıntılarını ve gerisini hazırlamakta olduğum bir kitapta anlatacağım.

Şimdi bunları neden yazdım? Bu öykü bile toplum olarak ötekileştirdiklerimize bakışımızı gösteriyor da ondan. Bir annenin ölen çocuğuyla üç gün aynı evde bırakılmasının nasıl dayanılmaz bir acı olduğunu düşünün. Umarsızlığını, kendinizi onun yerine koyarak değerlendirin.
1915 olaylarını ben yapmadım. Benim ailemde bu olaylara karışmış hiç kimse yok. Bu hiç de önemli değil. Nasıl ki Hrant’ın cenazesine koşan yüz binler, kendilerini ötekileştirilenlerin yerine koymuşsa, bu da onun gibi bir şey.
Bu topraklarda yöneticilerin yanlışları yüzünden çok acılar yaşandı. Bu acıların şu ya da bu biçimde gerekçelerini her zaman tartışabiliriz ama bu tartışma acıların yaşanmışlığını değiştirmez.
Benim insan vicdanım, devleti yönetenlerin suçları olan acılara duyarsız kalmamı engelliyor. Siz buna “duygularınız, aklınızın önüne geçiyor” da diyebilirsiniz. Bilmiyorum. Öyle olduğunu sanmıyorum ama varsayalım ki öyle. Bu yine de benim duygusuz olmamı gerektirmez.
Ben, o ünlü “özür açıklaması”nı internete ilk konduğu gün imzaladım. Şimdi vicdanım, özellikle küçük Ruben’e karşı çok daha da rahat.