ayhan altay

ANASAYFA

ÖZGEÇMİŞ

KÖŞE YAZILARIM

ARASIRA YAZDIKLARIM

YAZILARIM

ŞİİRLERİM

FOTO

GÖRSELLER

BANA YAZILANLAR

 

ÇOCUKLUĞUMUN SONBAHARLARINDAN

Havada yavaş yavaş oluşan güz kokusu beni çocukluğuma, 1960’ların Sinop’una aldı götürdü. Yaşlılığın verdiği duygusallığa bir de eylül hüznü karışınca politik ya da güncel bir yazı yazmak istemedi canım. Bu nedenle, daha önce yazdığım bir güz yazısını sizlerle paylaşmak istedim.
*             *          *
Hala aklımı karıştırır çocukluğumdaki kentimin sonbaharları.  Ne yazın sağanakları, ne de kışın karamsarlığı olmazdı. Hava bir açar, bir kaparsa da; doğa en usta ressam becerisi ile boyardı kendini. Pembe, sarı ve  kırmızıların sıcaklığı fışkırırdı yeşilliklerden. İvecen bir sincap çevikliğinde tırmanılırdı dev kestane ağaçlarına hasat için. Kış armutları toplanıp depolanırdı. Kavak ağaçlarına sardırılmış, yapraklarının çoğu dökülmüş asmalarda, her biri en az bir kilo çeken kırmızı keçi memeleri sallanırdı. Gökyüzünde akşam turları atan kırlangıçların yerini, eski evlerden koparılmış pedavra çıtalı uçurtmalar alırdı.
Güz ahmak ıslatanlarını gözlerdi bazıları; bıldırcın avlamak için. İki metreye yakın sopanın uzundaki yuvarlak ağdan oluşan avgarları ve bir lüks lambası yeterdi bıldırcın avcılarına.  -Bilmem şimdilerde yeniden doldurulabilen ışıldak lambalar kullanılıyor mudur ve hala göç bıldırcınları geçmekte midir?-    Haaa, bir de üstü bir bezle örtülü sepet gerekir kuşları koymak için. Bundan sonrası gece yağacak çisentiye bağlıdır. Göçmekte olan kuşlar, kanatları ıslanınca uçamazlar. Işığın gözlerini kamaştırması da cabası. Görülen her kuş avgarın içinde bulur kendini.
Sabahın ilk ışıklarıyla dönerdi balıkçılar, buzhane iskelesine. İskelede kendilerini bekleyenlerin teknelere fırlattıkları sepetlerine balık doldurup verirlerdi. Bu ücretsiz balıktan yararlanmak için tek koşul balıkçılardan önce iskeleye gelmiş olmaktı. Balıklar boşaltıldıktan sonra Tersane çeşmesinin yanındaki çınar dibinde ilk çaylarını içerlerdi.
İskete ve sakacılar otururdu Meydankapı kahvelerinin önünde ikindi sonraları. Salıverdikleri kuşları gökyüzünde uçuşur, yaşlı çınarların yapraklarını dökmekte olan dallarına konar, ama uzaklaşmazlardı. Ne zaman ki akşam olmaya başlar, kuş sahipleri teker teker ortaya çıkar, sağ ellerinin işaret parmaklarını yatay olarak yukarıya kaldırırlardı. Kuşlar, sanki hep sahiplerini gözlermiş gibi hızla gelip konarlardı bu parmaklara.

 

Kaleyazısı alanındaki on iki metrekarelik dükkanında berber İsmail son müşterisini de uğurlamış, küçücük masasının üzerine çilingir sofrasını kurmakta, kapı önündeki mangalda çingene palamudu cızırdamaktadır. Tam da o anlarda belediyenin jeneratörü çalışır, elektriklerle birlikte İsmail’in arkadaşı olan manav, elinde temizlenmiş marul, yeşil soğan, birkaç elma ve bir şişe yeni rakı ile gelir.
Gecenin hayli ilerlemiş bir saatidir. Berber İsmail’in eşi, gelmeyen kocası için endişelenmekte, üç katlı olup ortadan dikey ikiye bölüştükleri bu her katında bir oda olan evinin orta kat penceresinden yola bakmaktadır. Odanın bir kenarına serilmiş yatakta oğulları on üç yaşındaki Ali ile sekiz yaşındaki Hüsnü uyumaktadırlar. İsmail’in bu ne ilk geç gelişidir, ne son olacağa benzer. Ay erken batmış cılız ve seyrek sokak lambaları koyu gölgeler oluşturmuştur. Kadın usulca yerinden kalkar, uyumakta olan büyük oğlu Ali’nin omzuna uzatır elini. Yavaş yavaş seslenirken sarsarak uyandırır oğlunu.
Bıldırcın avından dönen birkaç kişi görür yalpalayan babasını taşımakta olan  Ali’yi ada yokuşunda. İsmail’e takılırlar: “Yarın akşama bıldırcın hazır, İsmail Usta.”

*             *          *

Not: İsmail Usta 1960’lı yıllarda Kaleyazısı’nda, 1980’li yıllarda garajda berberdi. Özel bir ilişkimiz vardı. Bu yaz Sinop’a gittiğimde yaklaşık 20 yıldır görmediğim İsmail Ustayı ziyaret etmek istedim. Ev kapalı,  toz içerisindeydi. Yan bahçede çalışan bir adamdan İsmail Usta ve küçük oğlu Hüsnü’nün artık yaşamadıklarını öğrendim. Hediyem elimde, apışıp kaldım.