ayhan altay

ANASAYFA

ÖZGEÇMİŞ

KÖŞE YAZILARIM

ARASIRA YAZDIKLARIM

YAZILARIM

ŞİİRLERİM

FOTO

GÖRSELLER

BANA YAZILANLAR

 

           Şiddet, her toplumda görülür. Kültürel, ekonomik ve sosyal olarak geri toplumlarda ise nerdeyse meşru sayılır. Ne yazık ki; genelden baktığımızda ülkemiz, şiddetin toplumda meşru algılandığı geri toplum görüntüsündedir. Üstelik bu görüntü giderek daha da derinleşen bir durumdadır.

           Bireysel şiddet, her gün sokaklarda, mahallemizde, apartmanımızda ve hatta birçoğumuz için evimizde sıkça rastladığımız bir olgu oldu. Babanın ya da annenin çocuğunu dövmesinden başlayan, komşu kavgalarından siyasal vuruşmalara, oradan da devletin şiddetine ulaşan derin bir şiddet sarmalının içindeyiz.

           Şiddeti meşru göstermek için uydurduğumuz birçok gerekçe vardır. Babanın çocuğunu dövmesine gösterdiği gerekçe; onu eğittiğidir. Oysa eğitimde şiddetin hiçbir yararının olmadığı bir geçekliktir.

           Devlet, kurulu düzeni korumak için şiddet uygular. Devleti yöneten egemenler, toplumun kurulu düzenden hoşnut olmayabileceğini, o düzeni değiştirme isteminin en meşru hakkı olduğunu görmek istemezler. Çünkü egemenler için, kendi yönetimleri en iyi yönetimdir. Üstelik iktidarda uzun süre kalanlar için bu durum klinik bir duruma dönüşmekte gecikmez.

           Devleti yönetenler de kullandıkları şiddet için gerekçeler oluştururlar. Bu gerekçelerin demokratik olup olmadığı onlar için pek de önem taşımaz. Toplum tepki gösterdikçe egemenler şiddeti artırır, diktatörleşmeye başlar.

           Tüm diktatörler sıkışınca milliyetçiliğe sarılır. Biraz daha sıkıştığında ise dış düşman icat ederler. Daha da sıkıştıklarında savaş başlatırlar. Diktatörlerin ortak özelliğidir bu. Bilirler ki; bu sayede iktidarlarının ömrü uzayacaktır.

           Peki, bu durum diktatörlerin sonlarını değiştirmiş midir? Yanıt: İkisi dışında kocaman bir HAYIR’dır.

           Peki, kurdukları düzen kendisinden sonra yaşayan bir diktatör var mıdır? HAYIR.

           Benim bildiği kıçını kurtarmayı başarmış iki diktatör; İspanya diktatörü Franko ve Şili diktatörü Pinochet’tir. Faşizmin ağababaları Hitler ve Mussollini de içerisinde olmak üzere tüm diğer diktatörlerin sonu hazin olmuştur.

           Diktatörlerin sıkıştıklarında başvurdukları iki yol vardır: Birincisi, milliyetçilik, ikinci şiddet. Bu iki yolun başında milliyetçilik yer alır ki; her milliyetçiliğin kaderi faşizmin şiddetine gider. Milliyetçiliği ilke edinmiş bir barış toplumu görülmemiştir.

           Her milliyetçilik şiddet demektir ama şiddet yalnızca milliyetçilikle sınırlı olmamıştır. Sovyetler Birliğinde uygulanmış olan rejim de halkından koptukça şiddete başvurarak bunun doğruluğunu göstermiştir. Şiddet, tüm baskı rejimlerinin başvurduğu nafile bir yöntemdir.

           Toplumlar şiddetle baskı altına alınabilirler. Şiddetin karşısındaki direniş kırılabilir. Bu doğal bir sonuçtur ama kazananın haklı olduğunu göstermez. Kavgaları haklı olan değil güçlü olan kazanır ve kendi egemenliğini pekiştirdiğini sanır.

           Oysa baskı altında susturulmuş toplum kazanı içten içe kaynamayı sürdürür. Sonunda öyle bir noktaya gelir ki, buhar tahliyesi tıkanmış düdüklü tencere gibi patlar. Bu patlama yalnızca egemenlerin egemenliklerine son vermekle kalmaz. Toplumun tüm kesimlerine büyük acılar yaşatır.

           Akıllı toplumlar, değişimin önünü tıkamazlar. Kapitalizmin metropolü ABD’de bile kendini sosyalist olarak tanımlayan bir başkan adayının pirim yaptığı günümüzde şiddete dayanarak toplumu yönetebileceğini sanmak aymazlık değilse nedir?

           Doğadaki her şey gibi toplumların da değişip, dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu değişimin barışçıl yöntemlerle gerçekleşmesi evrimdir. Düdüklü tencerenin patlaması ise devrim.

*

           “Allah-u Ekber” nidalarıyla kafa kesenleri meşru görenlerin azımsanmayacak kadar çok olduğu bir toplumda ben de tutmuş neler yazıyorum.

 

http://www.hitwebcounter.com/
.