ayhan altay

ANASAYFA

ÖZGEÇMİŞ

KÖŞE YAZILARIM

ARASIRA YAZDIKLARIM

YAZILARIM

ŞİİRLERİM

FOTO

GÖRSELLER

BANA YAZILANLAR

 

 


"İZMİR OLMASA, BU ÜLKEDE YAŞAYABİLECEĞİM TEK YER SİNOP'TUR." Muzaffer İzgü

BÖLÜM-1 SİNOP'A DÖNÜŞ

           Otobüs yolculuğunun on sekizinci saatinde, yorgun gözlerini gökyüzüne batan birer ok gibi yükselen köknar ağaçlarının oluşturduğu manzaraya daldırmıştı. Dıranas’ın doruklarının bu, belki başka bir yerde hiç bulunmayan güzelliklerini özlem ve anı karışımı bir duyguyla izliyordu.

           “Buralarda, yolun alt yanında bir pınar olacak.” Diye geçirdi içinden. Gövdesini dikleştirerek yükseldi, bir süre baktı, pınara benzer bir şey ya da bir akak göremedi. “Belki de yol değişmiştir” diye düşündü. Yeniden eski konumuna döndü.

           Bu yoldan ilk kez geçişini anımsadı. Yılları hesapladı kafasında. Yirmi beş yıl öğretmenlikten sonra emekli olmuştu. Beş yıl emeklilik, oldu otuz. Öğretmen okulu dördüncü sınıfında ikinci yılıydı. “Öyleyse üç yıl daha eklendi.” diye mırıldandı belli belirsiz. Otuz üç yıl dedi yavaşça. Dile kolay otuz üç yıl.  “Otuzüç kurşun diye Ahmet Arif’in bir şiiri olacak” anımsaması geçti düşüncesinden. Şiirin Ahmet Arif’in mi olduğunu netleştiremedi.

 

           Kıvrımlı yolda ağır ağır inmekteydiler. Hafiften bir çisenti başlamıştı. Çoğu zaman yağardı zaten buralara. “Yeşilliğini, güzelliğini bir de romatizmalarını yağmura borçludur Karadeniz. En güzel mevsimi de sonbahardır.” diye düşündü. İlk gençliğinin kestane güzlerini özledi birden. Sevingen bir ivegenlik doldurdu benliğini. Nemli toprağı örten kızılkahverengi yaprakların üzerinde yürüdüğü, elindeki bir dal parçasıyla itelediği yapraklar arasından kestane topladığı düşlerine kaptırdı kendini. Bulunduğu kısa düzlüğün sonundaki eski kağnı yolundan sağa kıvrıldıktan yaklaşık elli metre sonra, yan yana birkaç kara erik ağacının tam dibinde, rahatça su içilebilmesi için belli ki sonradan konmuş büyükçe yassı taşların arasında bir pınar olacaktı. Ne yazık ki erik mevsimi değildi. Birkaç saat sonra gidip erik yemek ve doyasıya su içmek ne güzel olurdu. Yassı ve ikiye ayrılıveren eriklerin tadını duyumsadı damağında.

           Uzunca bir korna sesiyle uyandı düşlerinden. Çevresine bakındı. Sürücünün neden korna çaldığını saptayamadı. İniş bitmiş, köknar ormanları yukarıda kalmış, gürgen ve maki türü bitkilerin oluşturduğu bir renk cümbüşü sarmıştı çevrelerini. Şimdi çok iyi tanıdığı kısa bir yokuşu tırmanıyorlardı. Yolun kenarındaki böğürtlenlerin üzerinde meyvesi olup olmadığını merak etti. Alnını cama dayadı. İlgisini ne kadar yoğunlaştırdıysa da belirleyemedi. Belleği de yardımcı olmadı, bu ekim sonu merakına...

           Kısa yokuşun başındaki dört yol ağzında birkaç ev, bir bakkal ve bir kahvehane vardı. Görüntü, hızlanan otobüsün etkisiyle yavaşça geriye kayarak yitti. Şimdi daha yeşil, daha az ağaçlı bir alandaydılar. Ot ve dikenlerin sardığı tarlalar, yıllardır ekilmemiş duygusu uyandırıyordu. Birkaç yorgun sığır otlamaktaydı. Tarla çevresindeki direklere çakılmış latalardan birine oturmuş paçaları sıvalı, saçları kırlaşmış bir adam; elindeki hayli büyükçe bir bıçakla bir şey yontuyordu.

           Uzaktan, Karadeniz’in lacivert suları arasında kentin puslu görüntüsünü algıladı. Okumak için ailesinden ayrılarak geldiği bu kentteki ortaokul günleri geldi aklına. Dirseklerindeki yamadan utandığı için çok soğuk olmayan kış günleri bile okulun kapısına kadar ters çevirip kolunda taşıdığı ceketini, hemen her hafta sonu haftalığını yetiremediğinden aç kaldığını, denize bakan kira odasının penceresi önünde kış güneşinde eriyen margarin paketini, geceleri iskelede şarap içerek olta atan Sarı Tarihçi’yi anımsadı.

           Yaklaştıkça kenti saran kale duvarları belirginleşti. O, şimdi kullanılmayan ünlü hapishaneyi anımsadı. Orada yatan bir dostunun on iki eylül zindancılığına ilişkin anılarını dinlemişti. “Şanslıydın” dedi kendisine. “Benden çok daha az katılanların birçoğu, benden çok zulüm gördüler. Yazık ki soramadık bu zulmün hesabını. ‘tarih sorar’ demek kolaycılık ama, tanrı sorar da diyemem ya”...

           Bacaklarını uzattı yine, ne zaman geriye çektiğini anımsamadan. Yorgun yüreğinde kavgalara ödünç verdiği gençliğin geriye alınamamasının hüznünü duydu. “aynı koşullarda olsam, bu günkü aklımla yine aynı şeyleri yaparım.” diye geçirdi aklından. Sızlayan omurgalarını dikleştirdi koltuğa yaslanarak. Belli belirsiz gerindi.

           Küçük, kale içi garajda durdu otobüs. Oturduğu koltuktan yavaşça doğruldu. Raftaki çantasını aldı. İçindeki bir an önce ulaşmak isteğine karşın yavaşça aşağıya indi ve kendisini çocukluğuna götürecek adımlarıyla yürüdü.

           Tutkunu olduğum bu kentin, vurgunu olduğum hazanlarının tadını yansıtmak istediğim bir yazımla başlamak istedim.

 

BÖLÜM-2 ANILARA YOLCULUK

           Güzün o renk cümbüşünü, oraya buraya serpiştirilmiş gibi duran çınarlar, nereye gitseniz karşınıza çıkan kale duvarlarına saldırmış sarmaşıklar bir de günlerce dinmeyen ahmakıslatan taşır kentin içersine.

           Ben Karadeniz’in hazanlarına vurgunumdur.  Hazan orada yalnızca doğayı değil insanların imgelerini de boyar renk renk. Bu, doğanın insanda kendini yansıtması mıdır, yoksa insan mı yansıtmaktadır kendini doğaya, bilemem. Sonuçta burada yaşayan varlıkların tümü etkiler birbirlerini.

           Hala aklımı karıştırır çocukluğumdaki kentimin sonbaharları.  Ne yazın sağanakları, ne de kışın karamsarlığı olmazdı. Hava bir açar, bir kaparsa da; doğa en usta ressam becerisi ile boyardı kendini. Pembe, sarı ve kırmızıların sıcaklığı fışkırırdı yeşilliklerden. İvecen bir sincap çevikliğinde tırmanılırdı dev kestane ağaçlarına hasat için. Kış armutları toplanıp depolanır. Kavak ağaçlarına sardırılmış, yapraklarının çoğu dökülmüş asmalarda, her biri en az bir kilo çeken kırmızı keçimemeleri ballanırdı. Gökyüzünde akşam turları atan kırlangıçların yerini, eski evlerden koparılmış pedavra çıtalı uçurtmalar alırdı.

           Güz ahmakıslatanlarını gözlerdi bazıları; bıldırcın avlamak için. İki metreye yakın sopanın uzundaki yuvarlak ağdan oluşan avgarları ve bir lüks lambası yeterdi bıldırcın avcılarına.  -Bilmem şimdilerde yeniden doldurulabilen ışıldak lambalar kullanılıyor mudur ve hala göç bıldırcınları geçmekte midir?-    Haaa, bir de üstü bir bezle örtülü sepet gerekir kuşları koymak için. Bundan sonrası gece yağacak çisentiye bağlıdır. Göçmekte olan kuşlar, kanatları ıslanınca uçamazlar. Işığın gözlerini kamaştırması da cabası. Görülen her kuş avgarın içinde bulur kendini.

           Sabahın ilk ışıklarıyla dönerdi balıkçılar, buzhane iskelesine. İskelede kendilerini bekleyenlerin teknelere fırlattıkları sepetlerine balık doldurup verirlerdi. Bu ücretsiz balıktan yararlanmak için tek koşul balıkçılardan önce iskeleye gelmiş olmaktı. Balıklar boşaltıldıktan sonra Tersane çeşmesinin yanındaki çınar dibindeki Yalı Kahvesinde ilk çaylarını içerlerdi.

           Benim anlatacağım Sinop, ancak benim Sinop’um olacaktır. Yaşadığım, duyumsadığım, sevdiğim, özlediğim tutkunu olduğum kent olacaktır. O nedenle önce kendimden başlamalıyım.

           Kimlik kartımda doğum yerim Sinop yazar. Pek de kulak asmayın buna. Kolaylarına geldiği gibi yazmışlardır nüfus memurları kimlik kayıtlarını. Bazılarımızın adları değişiktir, bazılarımızın başka bilgileri. Aynı ana babadan olup soyadları değişik olanları bile bilirim. Neyse; Sinop’un bugün adı Erfelek olan ilçesinde doğmuşum. Benim doğduğumda nahiyedir ve adı Karasu’dur. Bugün bile kasabanın yaşlıları Karasu adını kullanır.

           Sanırım yetmişli yıllardaydı. Erfelek ortaokuluna atanan bir öğretmen Sinop’un hala kullanılan o ufacık Kaleiçi garajında otobüsten iner. Zamanın tek otobüs yazıhanesindeki görevliye Erfelek’e nasıl gidebileceğini sorar. Aldığı yanıt “İşte şu karşıdaki minibüslerle gidebilirsiniz. Akşama kadar çalışırlar” olur.  Öğretmen, dilediği zaman gidebileceğini öğrenince, bu ilk kez geldiği kenti tanımak için kente iner. Akşama hayli zaman varken döner garaja. Minibüslere bakar, bir kümesi “Gerze”, diğer kümesi “Karasu” diye bağırmaktadır yolcu toplamak için. Oturur, orada o zamanlar bolca bulunan banklara ve “Erfelek” diye bağıracak bir minibüs şoförü beklemeye başlar. Son minibüs kalktığında girer yazıhaneye. “Saatlerdir buradayım. Siz bana Erfelek’e sürekli minibüs olduğunu söylediniz ama bir tane kalkmadı” der.  Durum anlaşılır ama iş işten geçmiştir. Yolculuk artık bir gün sonrayadır.

           Çocukluğumda Sinop denince aklıma “Deniz Bayramı” gelirdi. Gerçekte “Denizcilik ve Kabotaj Bayramı” olan bu şenlikli güne, uzun adları sevmeyen halkımız “Deniz Bayramı” adını yakıştırıvermiştir. İlk deniz bayramına hangi yıl, nasıl gittim anımsamıyorum ama ortaokul yıllarımda artık çalışmaya başlayan on kişilik minibüslerin, üst bagajı dâhil otuz iki kişiyi birden götürdüğünü anımsıyorum.

           Bayram iskelenin bulunduğu yerde yapılır. Yüzme ve kürek yarışları fazla ilgi çekmezdi. Herkesin beklediği yağlıdirek yarışmasıdır. Ortalama altı metre boyunda bir direk iyice yağlanır, ucuna küçük bir bayrak iliştirilir ve iskeleden deniz yüzeyine birkaç derecelik bir açıyla uzaklaşacak biçimde uzatılır. Yarışmacılar bu yağlı direğin üzerinde yürüyerek, koşarak, ya da sürünerek ilerleyebilir. Bayrağı alan günün hatta yılın kahramanıdır. Denize düşen her yarışmacı dipten bir avuç kum alarak çıkar iskeleye ve sıra yeniden kendine geldiğinde direğe serper kumu, kaymayı azaltsın diye.

           Denizin yeri başkadır bizim için. Çünkü deniz bir tutkudur Karadenizli için. Deniz kıyısındaki kentlerin nerdeyse tüm sokaklarının bir ucu denize çıkar ama Sinop’un sokaklarının iki ucu da denize çıkar. Bu nedenle de iki denizi vardır Sinop’un: Karadeniz ve Akdeniz. Akdeniz, kentin güneyinde kalan liman bölümünün adıdır. Bu adın kim tarafından ve neden verildiğini bilmem ama sanırım durgunluğu, berraklığı ve kuzey rüzgârlarına kapalılığı nedeniyle kıyılarının daha sıcak olmasındandır.

           Karadeniz’in üç limanı vardır derler: Temmuz, Ağustos ve Sinop. Yapay limanlar yapılmadan önce görece fırtınasız temmuz ve ağustos ayları dışında tek sığınılacak liman Sinop’tur. Karadeniz delirdiğinde de ne zaman uslanır bilinmez. Bu bazen çok uzun süreler alır. Sinop’taki bir geleneğin de böyle uzun sürmüş fırtınalı bir kış döneminde doğduğu söylenir. 

           Günlerce Akdeniz’de kapalı kalan yelkenli geminin kumanyaları tükenir.  Süre uzun olduğundan paralarının da bitmiş olma olasılığı da vardır ama bana anlatılan, Sinop’ta onların gereksinimini sağlayacak kadar mal satan bir yerin o yıllarda bulunmaması. Umarı, gece fenerlerle süsledikleri filikalarıyla kıyıya çıkıp, maniler ve türkülerle halktan yiyecek toplamakta bulurlar.

           Şimdilerde neredeyse tüm Karadeniz kıyılarına yayılmış geleneği gençler, ramazanın on beşinden sonra süslü kayıklarla “helesaya çıkmak” adıyla sürdürür. Teravih namazından sonra helesaya çıkanlara, ışıksız gecelerde bir ucu yakılmış kâğıtlara sarılan metal paralar pencerelerden atılırdı.

           Helasa manileri günceli kapsayacak şekilde yenilense de bazıları aynen korunur:

Bismillahla başlayalım
Helesa yelesa
Ayva varsa taşlayalım
Helesa yelesa
Bu yıl burda kışlayalım
Helesa yelesa
Heyemola yusa hop
Bir gemim var çift direkli
Helesa yelesa
Tayfası aslan yürekli
Helesa yelesa
Filikası çifte kürekli
Helesa yelesa
Heyemola yusa hop

           Sinop’tan söz edip de  nokul’dan söz etmemek olmaz. Ülkemin başka yerlerinde “kol böreği” adıyla benzerleri yapılıyor olsa da bizim nokulun yeri ayrıdır.

           Nokul; özünde bir bayram tatlısıdır. Özellikle dinsel bayramların bir gün öncesinde yoğun biçimde yapılır. Hamuruna süt karıştırılarak yoğrulur. İki türlüdür nokul. İç gereçlerine göre adlandırılır. İçinde üzüm, şeker ve ceviz karışımı olanına “üzümlü nokul; kıyma, soğan, baharat karışımlı olanına kıymalı nokul denir. Açılan yufkaların içine gereçleri konur, üzerine yumurta sürülür ve bayram arifesinde tüm fırınlar gün boyu kafa üzerinde taşınarak gelen sinilerdeki nokulları pişirirler.

           Fırından alınıp eve getirilen ve daha sıcaklığını yitirmemiş nokulun tadına doyum olmaz. Üstelik yanına illa da bir şey de gerekmez. Ama yine de en iyi ayranla gider. Yumurtayla kızarmış nar gibi nokulu ne zaman görsem, annemi anımsarım. O, yokluk yıllarında bazen bir iki tavuk, bazen birkaç kilo fındık satar bizleri tatların en güzellerinden mahrum etmezdi.

           Sinop’a özgü olduğunu sandığım tatlardan biri de kırlangıç çorbasıdır. Yanlış anlaşılmasın, bu bir tür pirinç çorbasında kullanılan et, kırlangıç kuşu değil, kırlangıç balığı etidir. Eeeee, şimdilerde denizlerimizde çorba yapacak kırlangıç balığı kalmadığından bu tat da tarihin derinliklerinde bir buruk anıdır.

 

BÖLÜM-3 MEYDANKAPI

           Kefevi’den adaya tırmanan -ki aslı yarımadadır- kıstağın bitiminden sonra doğuya uzanan bölümünün yerel adıdır ada.- Arnavut kaldırımı sokaklarının iki yanında çoğunluğu birinci katı yığma taş, duvarlarında kurutulmak için asılmış tütün bulunan, ikinci katı ahşap bu evlerden kızartılmış balık kokuları gelirdi akşamları. Balıkçıların çoğu bu bölgede otururlardı çünkü. Günlerinin büyükçe bölümünü komşularıyla geçiren kadınların akşam telaşı sokaklara da yansırdı. Komşularına ya da Meydankapıdaki bakkallara koşuşturan çocuklarla.

           Sonbahar yağmurlarını beklerdi bıldırcın avcıları. Daha ada zeytinliklerinin kesilip yerlerine beton blokların dikilmediği yıllardı. Küfe denilen sırt sepeti ile lüks lambasını alan adaya çıkardı. Yağmurdan ıslanan kanatlarıyla uçamayan bıldırcınlar, avgarlarla bastırılıp, küfelere doldurulurdu. Bazıları ertesi günü köşe başlarında satılır, birçoğu meze olurdu akşamcı Sinoplulara.


Caminin günümüzdeki görünüşü

           Meydankapı camisi ahşap minaresi ile ilginçtir. Şerefesinin de üstünü örten bir kubbesi vardır minaresinin. Avlusunda ve avlunun Sakarya caddesine açılan bölümünde ulu çınarlar vardı. Daha Sinop’ta herkesin birbirini tanıdığı, yolda selamlaştığı yıllardır. Bu çınarların altı bir başka kümenin, kuşçuların buluşma noktasıydı

           İskete, Saka gibi kuş adlarını ilk kez orada duydum, kuşları orada gördüm. Kuşçular kuşlarını ayaklarından bağlı olarak ellerinde ya da kısa bir çubuk üzerinde gelirlerdi ikindi sonralarında. Çocuktum. Onların aralarına katılma saygısızlığını göstermeden hayranlıkla izlerdim. Hemen hepsi geldiklerinde kuşlarının bağlarını çözer, serbest bırakırlardı. Onlar kuş söyleşilerini sürdürürken kuşlar çınarlarda özgürce uçuşurlardı, ta ki akşam alacası oluşana dek. Sonra, kuş sahipleri söyleşilerini bir sonraki gün sürdürmek üzere birer birer ama kısa aralıklarla kalkarlardı. Kalkan kuş sahibi açıklığa çıkar, genellikle sağ elinin işaret parmağını yere koşut olacak biçimde kolunu kaldırırdı. Sanırdınız ki kuşları tüm zamanlarda onları gözlemektedir. Sahibinin bu hareketini gören kuşu hızla çınardaki dalından kalkarak gelir, sahibinin parmağına konardı. Çoğu kez son kuşun inmesini de gözledikten sonra yalnızlığımı barındıran odamın yolunu tutardım.

           Ne sakalar kaldı o günlerden, ne isketeler, ne ulu çınarlar ne de de o kuşcular.

           Sakarya Caddesinde neredeyse on dükkândan biri kotracıydı. Kotracıların vitrinlerinde o inanılmaz el işi inceliğini izleyerek yürürdüm araçların ancak arasıra geçtiği caddede. Evler genellikle altları dükkân ve iki katlı ahşap yapılardı. Arkalarında küçük de olsa içinde çoğu kez Can eriği, yenidünya ağaçları olan bir bahçesi bulunurdu.

           Sakarya Caddesindeki en görkemli yapı, avlusunda çocukların adı bilye ya da misket olan oyunun Sinop’taki adıyla gagoz olarak oynandığı Ulu Cami’ydi. Gerçek adı Alâaddin Camisi olan bu caminin yapımı 1214'te Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus-I tarafından başlatılmış, Selçuklu veziri Müiniddin Süleyman Pervane tarafından kuzeyindeki Pervane medresesi ile birlikte yapımı sürdürülmüş ve 1267'de tamamlatılmış. Uzun minaresiyle her yerden görülürdü. Kuzeyinde o yıllarda müze olarak kullanılan medresesiyle geçmişin kültürel birikimini taşırdı günümüze.

           Pervane Medresesi Anadolu’daki ilk Türk üniversitesi olma özelliğini taşır. Anadolu’daki diğer medreselerde ilk eğitimlerini alan mollalardan seçilenler, bugün yüksek lisans olarak adlandırdığımız eğitimi karşılayan bir üst eğitim için Sinop’a, Pervane Medresesine gönderilirlerdi.

           Kesme taşlardan yapılmış geniş bir avlunun iki kenarına dizilmiş odalarda hem barınır, hem eğitim alırlardı.

           Yıllarca müze olarak kullanılan bu yapı, günümüzde tarihi çarşı olarak yaşamaktadır.

           Meydankapı’da önceki hükümet konağının önünde, merdivenlerin iki yanında birer palmiye ağacı vardı. Vardı diyorum çünkü artık yok. Sinop’un çevre konusunda hiç de duyarlı olmayan yöneticileri bu iki palmiyeyi kesmekte bir sakınca görmemiş olmalı. Oysa o -belki de iklime uyum sağlayamadığı için uzamayan-  iki garip konuk gibi duran palmiyelerin anısı bile,  bana çocukluk ve gençliğime ilişkin neler söylerdi. Biliyorum ki; benim dışımda binlerce Sinoplunun gözleri de Meydankapı’nın simgelerinden olan o palmiyeleri arıyordur.

           Meydankapı’dan söz edince İncedayı’dan söz etmek gerekli. Bu kuzey denizine bakan mahallenin adı Kurtuluş Savaşına katılan Sinop’lu Cevdet Kerim İncedayı’dan geliyor. Aslında mahallenin resmi adı da Cevdet Kerim İncedayı.

           Cevdet Kerim İncedayı, soyadını nasıl aldı bilmiyorum ama bu sözcüğün bir başka yerde kullanıldığını da sanmıyorum. Oysa dilimizde “dayı” sözcüğü oldukça çok kullanılan sözcüktür. Yalın anlamıyla annenin erkek kardeşinin dışında; kayırıcı anlamında kullanılan dayı sözcüğünün yanında, “ayıya dayı demek” gibi deyimlere giren ve genellikle kaba yapıları içeren bu sözcük yalnızca Sinoplu tarafından İncedayı olarak güzelleştirilmiştir.

           Her yerde olduğu gibi Sinop’ta da getirim hırsı güzellikleri yok etmektedir. İncedayı mahallesinin girişinde, Cumhuriyet İlkokulunun yanında Sinop’un en güzel koylarından biri vardı. Kent içindeki bu koy, geçmişte karayolu bağlantısının zor olduğu dönemlerde Ayancık’a denizden ulaşım sağlamakta kullanıldığı için “Ayancık İskelesi” olarak bilinirdi. Benim çok sevdiğim ve hüzünlü olduğum zamanlarda gidip yamacına oturup denizi izlediğim ilk gençlik yıllarımın bu koyu artık yok. Dolguyla yer kazanma özürlüsü yöneticilerin kurbanlarından biri oldu. Bugün ilk gençlik hüzünlerini yaşayanlar kendilerini nerde avutuyorlar bilmiyorum.

           Güzelliklere düşman bir toplum olduk. Nerde bir güzellik varsa yok etmek için elimizden geleni yapıyoruz. İncedayı’nın adına yaraşır inceliği taşıyan, çoğu yarım temel üstüne tek katlı, geniş bahçeleri olan evlerinden pek azı kaldı günümüze. İncedayı’nın inceliği yitti.

 

BÖLÜM-4 KALE VE MAHPUSHANE

           Kıyıya bağlanmış bir kayık gibi denizde açılmaya hazır duran Sinop’un savunulması için gerekli duvarlar her zaman önem taşımıştır. Eski kentin tümünü çeviren duvarların uzunluğu iki bin metreyi aşar. Yüksekliği otuz hatta kırk metreyi, kalınlığı üç metreyi bulan duvarların ayakta kalanları bile görkemini anlatmaya yeter.

           Kalenin ilk kez ne zaman ve kimlerce yapıldığı bilinmemektedir. Ancak milattan önceki yıllarda var olduğu kesindir.


Dalgaların kale duvarlarını yaladığı günlerde bu kalenin sol yanının ardıdır hapishane

           Büyük surların çevirdiği alanda iki de iç kale vardı. Kuzey ve güney iç kale olarak adlandırdığımız bu yapılardan güneydeki daha sonra hapishaneye dönüştürülmüştür.

           Kale yazısı bir dört yol kavşağı. Ortada kocaman bir çınar ve tarihi çeşme. Tersane yönünde şimdi artık olmayan Berber İsmail’in anılarıma çöken dükkânı. Garaj yönünde, solda o ünlü mahpushane… 

           Şimdilerde kapısının karşısında mahpushane kadar olmasa da epeyce ünlü, işkenceci Pala. Mahpushane kapatıldığında gezmeye gelenlere rehberlik yaptı bir süre. Oysa gelenlerin hepsi meraklıları değildi. Birçoğunun kötü anılarında Pala’nın da yeri vardı.

           Sinop İttihat ve Terakkinin sürdüğü Mustafa Suphi’den Zekeriya Sertel’e kadar yüzlerce kişiyi ağırlamıştır. Cezaevinden ise Nazım Hikmet’ten  Garbis Altınoğlu’na kadar çok ünlüler geçti. Bunların içinde damgasını en belirgin vuran Sabahattin Ali’dir. Sabahattin Ali’nin “Duvar” öyküsü ve de artık herkesin bildiği “Aldırma Gönül” şiiri bu mahpushaneyi anlatır.

           Nedenini tam olarak bilmiyorum ama bana Sabahattin Ali adı, Sinop’un ünlü ilk kamyoncularından Kabukçu’nun kamyonunu anımsatır. Bunda Sabahattin Ali’nin şoförlük yapmış olmasının yanı sıra ses öyküsünün de yansıması vardır sanıyorum.

           Ne yazık ki; Artık “dışarıda deli dalgalar/gelip duvarları yalar” durumunda değil. Deniz tarafındaki surlarla denizin arası açıldı. Şimdi oradan bir cadde geçiyor. Ne yazık…

           Sırası gelmişken yazmadan geçemeyeceğim. Sabahattin Ali bu şiirinde “Dertlerin kalkınca şaha/ Bir küfür yolla Allah’a” der. Oysa on yıllar sonra şiiri tanıtan Livaneli’nin şarkısı oldu ama şarkıda dize “bir sitem yolla Allah’a” olarak değiştirildi. Sonra da hep yeni biçimiyle söylendi. Gerekçesini bilmiyorum. Büyük olasılık tanrıya saygısızlık etmemek ya da toplumsallaşan gericilikten çekinmek olmalı. Oysa Sinop’ta ve çevresinde – belki başka yerlerde de- “Allahına Kitabına sövmek” vardır ve bu sövgü tanrıyı aşağılamak olarak algılanmaz.

           Sinop’un adıyla özdeşleşmiş hapishanesini bilmem nasıl anlatsam. Kalın taş duvarları, konuk ettiği ünlüleri ve kaçılmazlığının yanı sıra zulüm ve işkenceleriyle bilen bu çok ünlü yapının içinde yaşanan anıları aktarmak yeterli mi olur. Yoksa Sabahattin Ali’nin öykülerine konu olan duvarları ve koğuşlarını da mı anlatmalı.

           Ortaokul yıllarımda, eski garajın karşısındaki cezaevini çevreleyen surlara çıkardık. O surların üzerinde nöbet bekleyen jandarmalar nedendir bilmem ama bize bir şey demezlerdi. Çoğu zaman boş olan avlu ve demir parmaklıklar arasında insanları yaşamın bir olağanlığı olarak algılamışımdır. 

           Sinoplu insanların hapishane ile ilk karşılaşışı olmaz. Daha sözcüklerin anlamını çözemediği yaşlarda duymaya başlar mahpushaneyi. Ben en çok da akrabam Çölyanlı Yalçın’ın – ki benim için yalnızca Yalçın Abi’dir-  giriş çıkışlarıyla duyardım adını.

           O yıllarda halamın, yaşamının belki de yarısından çoğunu içeride geçiren bir oğlu vardı. Kabadayı ortamındaki adıyla Çölyanlı Yalçın.  Kavga, silah, uyuşturucu, kumar yaşamının olağan akışıydı. Delikanlılık için başını sokmayacağı bela yoktu. Günlük yaşamında ise güler yüzlü, sevecen biriydi. Onun etkisiyle midir bilmem ama cezaevindekilere hiç kötü gözle bakmamışımdır.  Hele yirmili yaşlara gelip de politik yaklaşımlarımın düzenle çelişmesinden sonra bu bakışım daha da yumuşamıştır.

           Hapishane bir söylencedir Sinop’ta. Anlatılanların hangisi doğru, hangisi söylencedir bilinmez. Tümünün de doğru olduğuna inanılır ki biz de tümüne inanırdık.

           Bir gün – belki de yıllarca önce gerçekleşmiş- “hapishaneden kaçmak isteyen bir kişinin, hapishaneyi denize bağlayan kanalizasyon kanalına girdiğini, borunun köşe yaptığı yere takıldığını, buradan ne ileriye, ne de geriye hareket edemediğini, kaçtı sanıldığını, günler sonra tıkanan kanalı açmak için yapılan çalışmalar sırasında cesedinin bulunduğu” duyar; hayretler içinde kalarak dinlerdik. 

           Oysa Sinop cezaevinden bugüne dek başarılan kaçışlardan birinin öyküsüdür bu.  Takılıp kaldığı bir söylencedir. Cezaevinin kaçılmazlığına gölge düşürülmemesi için uydurulmuş olmalıdır.

           Çocukluğumun bir başka zamanında; bir mahkûmun kaçtığını duymuştuk. Yorumlar, kaçışta kesinlikle bir gardiyan parmağı olduğu üzerine yoğunlaşıyordu. Zihinlerimizde öylesi bir önyargı vardı ki; Sinop Hapishanesi'inden “kaçılmaz”dı. Hiçbir olay bizlerin bu ön yargısını değiştiremezdi. Gerçi birkaç gün sonra kaçan kişinin Ayancık yolunda aç ve bitkin olarak yakalandığını duymuştuk. Bu doğru ise; kaçışta gardiyanın yardımını alabilecek kişinin, kaçtıktan sonrasını örgütlememiş, başka yardımcıları ve kaçış planını hazırlamamış olmasının çelişkisini bile görmezden geldik.

           Bu olayın gerçeği de yukarıda anlatıldığı gibi değildir. Kaçan kişi Amasyalı idam mahkûmu Emin Aladağ’dır. Ayakkabısında getirdiği küçük bir demir testere ile parmaklıkları kesmiş, cezaevinin yüksek kalesine.şimşir kaşıklarla çıkmış ve yine aynı şekilde inmiştir. İki gün denizle boğuştuktan sonra karaya çıkmış. Beslenmek ya da dinlenmek için girdiği ev bir polisin evi olduğundan yakalanmıştır.

           Emin Aladağ, 1987 affından yararlandırılarak serbest bırakılmıştır.

          Bazı kaynaklar Sinop Cezaevi’nden kaçmayı başaran diğer kişi ise Türkiye Komünist Partisi kurucu olan ünlü Mustafa Suphi’nin olduğunu söylerler. Olayın gerçeği Mustafa Suphi, Sinop’ta sürgündür ve kaçışı hapishaneden değil, şehirdendir.

           Romalılardan Selçuklulara, Osmanlılardan Yeni Türkiye devletine kullanılmış bir zindandır bu cezaevi. Zaten kale dönemlerinde kapılar kapatıldığında tüm Sinop bir cezaevidir bir bakıma.

           Üç yanı deniz olan bu yerde kapılar kapatıldığında ya da tutulduğunda mahkûmu cezaevinden çıkarsanız bile kaçacak bir yolu yoktur.

           Sinop’ta yalnız ünlüler yatmadı. Belki ünlenmesinin bir nedeni onlar oldu ama asıl olan adı bilinmeyenlerdir.

           Bunlardan biri de bir süre Emin Aladağ'la birlikte aynı koğuşta da kalmış olan arkadaşım Ayhan Tural'dır Tural o döneme ilişkin şunları anlattı:

          "Sebahattin Ali’nin kaldığı Karadağ denilen hücrede kaldım. Denizin dalgaları duyuluyordu. Garbis Altınoğlu ve Eşber Yağmurdereli de Sinop 'ta kalıyorlar. Garbis abiyle Çanakkale cezaevinde aynı koğuşta bende kaldım. Tünel kazdık. Tünel açığa çıkınca birlikte üstlendik ve yargılandık. Antep özel tipe sürüldük. Eşber Abiyle de Bursa özel tip cezaevinde kaldık.

           Sahte kimlikle Erzincan Erzurum Sivas ve Sinop’ta kaldım. Sinop ta yaklaşık 10 ay kaldım. 12 Eylül Darbesi’nin ilk ayında bizlere çok yoğun her türlü işkenceyi yaptılar. 12 Eylül'den 2 ay sonra ben, adaşım Ayhan Gökvelioğlu ve iki arkadaş kısa aralıklarla tahliye olduk. Ben tahliye oldum ama gerçek adımla vur emriyle aranıyorum. Tahliye olduktan 1 yıl sonra Dersim de çatışma sonucu yakalandım. 3 ay çok yoğun işkenceler yaptılar. Belden aşağı felç yaşadım. Ellerim tutmadı. Yani kısacası yürümem ve ellerimin tutması bir mucize gibi oldu."

           12 Eylülün öncesinde sahte bir kimlikle daha doğrusu kod adıyla yakalanır Tural. Sahte kimlikteki kişi olarak yargılanır, bugün artık suç olmayan eylemleri için. Yargılandığı eylemler, kendi eylemleridir ama kod adıyla yaptıklarıdır.

           Diğer yanda kendi kimliğiyle de ayrıca aranmaktadır. Kendi kimliğiyle arandığı dava daha da ağır cezaları kapsamaktadır. Dostum, bu sahte kimliği ile getirilir hiç görmediği kentimin o ünlü hapishanesine. Orada yıllarca yatar. Yatar derken olay o kadar da basit değildir. 1950’lerden sonra kullanılmayan zindanlar kullanılır bu dönemde. Sur içindeki kale zindanları denilen bölüm, kale duvarları içerisinde bırakılan boşluklardan oluşan bu penceresiz canlı mezarlarına kapatılır insanlar. Yalnızca kapatılma da değildir durum. Dedim ya, dönem 12 Eylül dönemidir. İşkencenin en hafifi kaba dayaktır. Filistin askısı, elektik verme sıradan işlemlerdir ki; suçlu ya da suçsuz alınan herkese uygulanmaktadır. –Bu olgu 12 Eylül’ün en adaletli tavrıdır. Gözaltına alınan herkes, suçsuz olma olasılığı daha baştan belirli olsa bile nasibini alır tüm işkence çeşitlerinden.-

           Hücreleri, gardiyanları, eğitilmiş işkencecileri yanı sıra türkü ve sloganlarıyla direnen, hiçbir bilgi vermeyen, dostum gibi gerçek kimliğini bile saklayabilenlerin direniş destanları Sabahattin Ali’nin şiirleri ve diğer politik tutukluların anıları sinmiştir, Sinop mahpushanesinin kalın kale duvarlarına. Tüm bunların yanısıra Sinop sürgünleri Refik Halit Karay, Refi Cevat Ulunay, Hüseyin Hilmi (İştirakçi Hilmi)'nin anıları katılmıştır kentin kokusuna. Bu olgunun oluşturduğu destanlar; tıpkı Orta Doğu Teknik Üniversitesi stadyumunun duvarında, 12 Eylülcülerin bile silemedikleri “DEVRİM” yazısı gibi kalıcıdır.

 

BÖLÜM-5 KALEYAZISI'DAN TERSANE'YE

                Kale yazısından Tersane’ye inen caddenin üzerinde Nermin Sineması vardı. Gençliğe geçiş dönemimim en fırtınalı filmleri orada izledim. Spartaküs’ü ve Kasımpaşalı’yı. Hele Yılmaz Güney’in, Kasımpaşalı ve Kasımpaşalı Recep filmlerinin aynı gecede izlendiği dönemde bilet bulmak olanaksızdı. Filmler önce tek tek gösterilmişti ve ben birinci film olan Kasımpaşalı’yı görmüştüm. İkinciye bilet bulamamıştım. Sinemanın aralarda oyalanacak salonu yoktu. Bu nedenle kapıları açılır ve film arasında insanlar caddeye çıkarlardı. Ben de bunu biliyordum. İşte bu aradan yararlanarak girdim içeriye. Bir kenarda yere oturarak izledim Güney’in Kasımpaşalı Recep’ini.

               Tersane bir semttir Sinop’ta. Ne bir gemi yapılır, ne de kayık. Şimdilerde yalnızca kotracıları bulmak olanaklıdır.  Eskilerde gemiler de yapılmıştır. Öyle ya, başka türlü adı tersane olamazdı ki…

               Sinop’un ikinci Sineması Tersane’deydi. Melek Sineması. Bu sinemaların bir de yazlıkları vardı. Tahta sandalyelerin bulunduğu bu açık salonların özelliklerinden biri, filmin başlamasını beklerken yenen kavrulmuş kabak çekirdekleriydi.

               Günümüz Sinop’unun tek sinema salonu olan “Deniz” yine Tersanededir.

               Birkaç on yıl önce tersane balıkçılarındı. Şehitler Çeşmesi’nin yanındaki kahvede höpürdetirlerdi çaylarını. Karadeniz’in balık kaynağı olduğu yıllardı. Ağlar dolu çekilirdi denizden.  İskeleye karşılamaya gelenlere ücretsiz balık dağıtılırdı. İskeleden atılan oltalara mevsimine göre balık takılırdı ama boş dönülmezdi şimdilerde çoğu kez olduğu gibi. 

               Etini pek sevmezdim ama oltada çekerken zevk alırdım zargana’yı. Yüzey balığıdır zargana. Uzun yem takmak gerekir oltaya ve birazda uzağa atmak gerekir. Fazla yaklaşmaz insanların bulunduğu yere. Şöyle yirmi metre kadar atmalı oltayı. Sonra, geldiğinde aralıksız çekmek gerek. Boşluk bırakırsanız kusar oltayı. O, suyu karıştırarak gelişinin tadını almadan daha boşalıverir olta. Apışıp kalıverirsiniz. Eyy gidi zarganalar, nerelerdesiniz…   Okuldan kırıp, balık tutmaya gittiğimiz yıllarda mı kaldınız bencileyin.

               Şimdilerde tüm güney sahili, Sinoplunun söyleyişiyle Akdeniz kıyısı çay bahçesi. Bu bahçelerin yalnızca birinin adı “Yalı Kahvesi” olmasına ve daha önce diğerlerinin bulunmamasına karşın tümü bu adla anılıyor.  Bir iki on yıl önce yalnızca İskele karşısında çay bahçesi vardı. Park dediğinizde de akla orası gelirdi.

               Park, yaz akşamlarında halkın vazgeçilmeziydi. Her aile neredeyse haftada en iki kez parka inerdi. Altında tarihi topların bulunduğu ulu çınarların yapraklarında dolaşan akşam esintisinin ferahlığında tüm gün evde kapalı kalmanın baskısı atılırdı.

               Yalnızca park değildi akşamın vazgeçilmezi. Yerli yapım tahta masa ve sandalyeler, şimdilerin plastiğine inat daha bir sıcaklık katardı havaya. Her masanın üzerinde akşam çayları ve gezici satıcıların bardakla ölçerek sattıkları kabak çekirdekleri bulunurdu.

               Doğaldır, söyleşilerin konusu çok farklıydı ama sonuçta burası aynı zamanda bir toplumsal eleştiri alanıydı. Günlük yaşamın her alanı bu masaların konusu olurdu. Yine kim ne yapmış, neden olmuş sorularının yanıtları –çoğu kez dedikodu boyutlarında- söyleşilerde yer alırdı.

               Biraz geç kalındığı için boş masa ve sandalye bulamayanlar ve yeteri kadar oturduklarını düşünenler Âşıklar Caddesi ile İskelenin son noktası arasında turlarlardı.

               Gariptir. Sinoplu resmi adı Dr. Rıza Nur Caddesi olan bu caddeye her zaman Âşıklar Caddesi demiştir. Şimdilerde deniz doldurularak üretilmiş alanların olduğu yerde dalgaların hışırtısı vardı. Cadde ise tümüyle yayalarındı. Araç geçişi yasak olduğundan değil. Geçecek araç sayısının belki de iki parmaklarının sayısını geçmeyecek kadar olmasından.

               Parktan, Âşıklar yönünde çıktığınızda; sola dönerseniz hemen sokağın girişinde (şimdilerde önü açılmış, sokağa girmeden) Sinop için çok özel bir yere ulaşırdınız: Dikkat edildiğinde hafif efemine tavırları olan Hurşit’in Pastanesi.

               Bu pastanenin en önemli üretimi ise, dondurmasıdır. Dondurmanın burada yenmiş olması bir ayrıcalıktır. Dondurma kesinlikle Hurşit’in Pastanesinde yenmelidir. Bu dondurmanın kendine özgü bir özelliği olduğunu sanmıyorum. Dondurmayı burada yemek bir statü göstergesi olarak algılanırdı. Burada dondurma yiyenler biraz da övünçle “Hurşit’te dondurma yedik” demeyi bir ayrıcalık olarak seslendirirlerdi. Hangi nedenle olursa olsun, dondurma başka yerde yenmişse, asla sözü edilmezdi.

               Pastanenin tek üretimi elbette ki dondurma değildi. O yıllarda bizim için nerdeyse ulaşılmaz olan pastalar, hele hele çikolatalı pastalarının lezzeti unutulmaz.

              1960'ların Sinop'unun özgürlükçü yapısını ne yazık ki günümüz Sinop'unda göremiyoruz. Bırakalım siyasal tercihi farklı konuklara saldırmayı, kişisel özgürlüklerini değişik tercihlerde yaşayan kişilere bile saygılı davranılır, kişiyi dışlamak bir yana, sanki bağrına basar gibi işini övgülendirirdi. Bu durum Sinop halkının bağnazlıktan ne kadar uzak bir demokratik yaklaşım içinde olduğunun göstergesiydi. Sanırım toplumun bu yapısını iyi bildiğinden olacak, bir görüşmemizde Muzaffer İzgü: ‘Bu ülkede; eğer İzmir’de yaşamıyorsam yaşayabileceğim tek yer var. O da Sinop’tur’ demişti.

 

BÖLÜM-6-7 SİNOP'UN SIRADIŞI İNSANLARI

             AHMET MUHİP DIRANAS

             Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
             Kapanırdı daha gün batmadan kapılar,
             Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
             Hayalimde tek çizgi sen kalmışsın, sen!
             Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
             Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
             Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye Abla!

             Bu ünlü dizelerin yazarı, Ahmet Muhip Dıranas’ın Erfelek İlçesi, Salı Köyündeki evine gitmiştim. Gürgen ağaçlarının sarmaladığı, Karadeniz mimarisi. İki katlı, yöreye göre neredeyse konak sayılabilecek büyüklükte bir ev. Ne yazık ki ölümünden sonra terk edilmiş ve yer yer çürümeye başlamış.

             Bu ne yeşil, ne mavi bu, ne sarı? Yolumuzda.
             Nasıl koyup gitmeli bu denizi, bu kırları?
             Uğulda, uğulda, uğulda sonbahar rüzgârı,
             Bir dal kırabilir misin bakalım, gönlümüzde?

             Bu şarkılar, bu halis sözler varken, dilimizde.

             Demişti Dıranas. Şimdi; o güzelim evi sarmalayan ormanlardan dolanan rüzgâr, evin içinde kırmakta dalları. "Sinop'un Gündoğrusu eşkıyaya benzer; Kale kapısından geçerken, aniden önünüze çıkar" demişti Dıranas. Şimdi o, gündoğrusu gıcırdatıyor evinin kapılarına. -Yelin adının “gündoğusu” olduğunu elbette biliyorum ama bu yele Sinop’ta herkes “Gündoğrusu” der.-


Ahmet Muhip Dıranas’ın evi

             Bir şiirimde “Testilerde soğutulmuyor sular, testiler kırık. / -Yüreklerde sevda yok ki kırılsın- demiştim. Diyanet işleri başkanlığının bütçesinin onda biri ancak ayrılıyor kültür bakanlığına. Ve, birileri sanatın içine tükürerek tırmanıyorlar bu ülkede bir yerlere. Kim düşünür Dıranas’ın evini.

             Bir zamanlar da; Dıranas’ın varisleri, evini cami yapmak istemişlerdi. Ormanın ortasında bir cami. Evlere uzak ve cemaatsiz. –Nelerime yanayım ben- Kala kala Dıranas’ın evi mi kalmıştı, cami olacak?

 

             RIZA NUR
             Âşıklar Caddesinde akşam piyasasına çıkarların ilk ulaşım noktası kütüphanedir. Bir zamanlar caddenin sonu olan yerdeki bu binanın eski bir Rum konağı olduğu pek bilinmez.

             Şimdi Rıza Nur adını taşıyan kütüphane binası 1922 yılında hazine tarafından açık artırmayla satışa çıkarılır. Dr. Rıza Nur o günlerde Sağlık Bakanıdır. Kendisi bu binayı alıp “Kütüphane” olarak belediyeye bağışlayacağını söylediği için yapılan açık artırma göstermelik bir artırma olur. Fiyat yükseltilmeden bina Rıza Nur’a devredilir. Daha sonra da (1927 yılı) bu binayı kütüphane olarak kullanılmak koşuluyla belediyeye devreder. Bunun yanı sıra Nisi Köyündeki çiftliğini de kütüphanenin giderlerinin karşılanması için vakıf olarak yine Sinop Belediyesine bırakır. Burada Rıza Nur’un tek bir koşulu vardır. Ölümünden sonra kitaplarının yayınlanması…

             Rıza Nur’un, İkinci meşrutiyetten sonra açılan Osmanlı Mebusan meclisiyle başlayan milletvekilliği, birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ile sürmüştür. Yeni Türkiye Cumhuriyetinin ilk Milli Eğitim Bakanlığı görevinde bulunmuş. Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun onaylandığı anlaşmayı görüşen kurulun içinde yer almıştır.

             Rıza Nur, subay tabiptir. Döneminin tüm subayları gibi yaşamı boyunca etkin politika yapmıştır. İttihatçılara karşı olması ve sert eleştirileri yüzünden Gülhane Askeri Hastanesindeki görevinden alınmıştır.
Politik görüş olarak sert bir milliyetçiliği benimsemiştir. Atatürk’e yapılması planlanan ve ortaya çıkarılan İzmir suikastının yakın arkadaşlarına kadar yansıması üzerine yurttan ayrılır. 1926 yılında Paris’te yaşamaya başlar. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra yurda dönebilir.

             1940 yılında Nihal Atsız’ı manevi evladı olarak mahkemeyle tescil ettirir. 

             Nihal Atsız, sonraki yıllarda Kütüphanenin ve Nisi köyü çiftliğinin vakıf edilme koşullarına uyulmadığı ve Rıza Nur’un mirasçısı olduğu gerekçeleriyle kendisine verilmesini istemiştir. Bu isteği mahkemece uygun bulunmamıştır..

             Rıza Nur Kütüphanesi değerli el yazmalarını da içeren zengin bir kitap varlığa sahip olarak işlevini sürdürmektedir.

             Bir süre tütün tüccarlığı yapmış görünse de, gerçekte tüccar olan kardeşi Orman Müdürü Şükrü beydir. Kendisi, memur yasası uyarınca ticaret yapamadığından işlerini kardeşinin adıyla yürütmüştür.

 

             PORTRELER

             Sinop’un da kendine özgü ünlüleri vardır. Bence bunların hemen başında iki kişi gelir ki; bunlar Tarzan Kemal ve Sarı Tarihçi. Tarzan Kemal'i bir sonraki, Sarı tarihçiyi daha ileride Sinop Lisesi bölümünde yazacağım.

             Sinop’ta iki lakap vardır. Dölü (deli) ve ayu (ayı).  Biraz sıra dışı iseniz dölü, biraz şişmancaysanız ayu.

             Ayu Hidayet, amcamın damadıydı. Özel idarede memurdu. O evde iken evine gitmeye çekinirdik. Aslında bir şey söylediği yoktu ama bizlere hayli soğuk davranırdı. Kendi çevresinde sevilen, sıcak ilişkileri olan, şaka götüren enişte, bizimle ilişkilerinde soğuktu. Eşi Şükran Ablamla bir evin insanı gibi yakın yaşamıştık. Yine de eniştem olmadığı zamanlarda giderdik evine. İki katlı olup, alt katı taş, üst katı ahşap olan o babadan kalma eve büyük bir kapıdan girilirdi. Girişte taban döşemesi olmayan, toprak zeminli geniş bir bölüm vardı. Sağda bir oda, ileride mutfak. Mutfağın yanındaki kapıdan arka bahçeye çıkılırdı. Bu yetmiş metrekare bahçe benim o evde en sevdiğim yerdi. Ben ilk yenidünya ağacını orada görmüştüm. Bahçede bir can eriği ve bir de mandalina vardı. Çevresi yüksek duvarla çevrili bir kaçamak bahçesi. O, bahçede yaz akşamları masa kurar mıydı bilmiyorum ama yerli yapım ahşap sandalyeler ve bir kararmış masa bulunurdu.

             Anılarımda kalan bir sofra öyküsü de var enişteden. Bir yaz günü her nasılsa o evdeyken oradayım ve de ablam sofra hazırlıyor. O da ne? Sofrada taze fasulye var. Ben taze fasulyeyi hiç sevmem o yıllarda. Ağzıma bile koyamam. Eniştenin yanında bunu söylemem olanaklı mı? Bir kez oturmuşum sofraya. Sıkıysa yeme. Elimdeki çatal tabağa zor gidiyor. İçindeki taneleri seçiyorum daha çok. Nereme yediğimi bilemeden, yavaş yavaş yemeye çalışıyorum.  Sonuçta bugün severek yediğim bir yemektir taze fasulye.

             Benim yaşamımda yeri olan sevdiğim renkli kişilerden biri de Berber İsmail’dir. Eskiler anımsarlar kaleyazısında küçük dükkânı olan İsmail Meral’i. Buraya onun öyküleştirilmiş bir anısını alayım.

             “Kaleyazısı alanındaki on iki metrekarelik dükkânında berber İsmail son müşterisini de uğurlamış, küçücük masasının üzerine çilingir sofrasını kurmakta, kapı önündeki mangalda çingene palamudu cızırdamaktadır. Tam da o anlarda belediyenin jeneratörü çalışır, elektriklerle birlikte İsmail’in arkadaşı olan manav, elinde temizlenmiş marul, yeşil soğan, birkaç elma ve bir şişe yeni rakı ile gelir.

             Gecenin hayli ilerlemiş bir saatidir. Birkaç saat önce başlayan yağmur, çisil çisil yıkamaktadır adanın Arnavut kaldırımı sokaklarını. Berber İsmail’in eşi, gelmeyen kocası için endişelenmekte, üç katlı olup ortadan dikey ikiye bölüştükleri bu her katında bir oda olan evinin orta kat penceresinden yola bakmaktadır. Odanın bir kenarına serilmiş yatakta oğulları on üç yaşındaki Ali ile sekiz yaşındaki Hüsnü uyumaktadırlar. İsmail’in bu ne ilk geç gelişidir, ne son olacağa benzer. Ay erken batmış cılız ve seyrek sokak lambaları koyu gölgeler oluşturmuştur. Kadın usulca yerinden kalkar, uyumakta olan büyük oğlu Ali’nin omzuna uzatır elini. Yavaş yavaş seslenirken sarsarak uyandırır oğlunu.

             Bıldırcın avından dönen birkaç kişi görür yalpalayan babasını taşımakta olan Ali’yi ada yokuşunda. İsmail’e takılırlar: “Yarın akşama bıldırcın hazır, İsmail Usta.”

             Yağmur yerini sise bırakmaktadır.”


Berber İsmail'in evi

             Âşık Hasan Ayazma
             Sinop’ta köklü ve ardışıklı bir âşık geleneği yoktur. Hasan Ayazma, Sinop türkülerini sazıyla çalan ve söyleyen, bu türkülerin unutulmamasını sağlayan kişiliktir. Adı, Sinop türküleriyle özdeşleşmiştir.

             Ayazma'yla ilk tanışmam sanırım 1968 yılı yazındaydı. Beni, yine türkülerin bağlamacısı ve çığırıcısı İbrahim Yıldırım tanıştırmıştı. O zamanlar Meydankapı’da, Kefevi ve parka inen iki caddenin birleşme noktasında küçük bir ayakkabıcı dükkânı vardı. Söyleşilerin, sazın ve türkülerin durağıydı o dükkân.

             Her gençteki gibi bağlama merakımın azdığı yıllardı. Kastamonu’nun o çok ünlü “Tekeli Kardeşler”ine, divan küçüğü bir bağlama yaptırtmıştık, kadim arkadaşlarımdan biri olan Kadir Çalık’la. Kadir Kastamonu Göl’de, ben Çorum İlköğretmende okuyorduk. O yaz, Halk Eğitimde çalışan İbrahim Yıldırım örgütlemişti bizleri. Bağlama kümemiz, Sinop belediyesinin düzenlediği şenlik kapsamında sahne almıştı. Solistimiz Murat Şimşek’le; İstanbul’dan gelen dört kişilik –ki adı da “Kare” As”dı- orkestranın başarısızlığı yanında hayli beğeni toplamıştık.

             Hasan Ayazma’dan duyduğum ilk türkü, o güne dek de duymadığım “Adanın Burnu”ydu.
             “Adanın burnunu duman bürüdü
             Herkes sevdiğini aldı yürüdü”
             Diye başlayan bu türkü; Sinop’ta kale bekçiliği diyebileceğimiz “dizdar”lık görevini yapan bir kişinin kızının sevdiği delikanlının başka bir kızla evlenmesi söz konusu olduğunda yakılan bir türküydü. Türkünün kavuştağında ise bir kırgınlık anlatılır.
             “Dizdar kızı der ki: kardeş karışmam
             Zeynep’i alırsan, kırk yıl konuşmam.”

 

           TARZAN KEMAL

           İki binlerin ünlüsü hapishanenin işkenceci gardiyanı Pala, antik çağların en ünlü Sinoplusu Diyojen’dir ama yine de en ünlü Sinoplu Tarzan Kemal’dir.

           Tarzan Kemal’in söylencesi çeşitlidir. En bilineni sevdalısı olduğu kızı ailesinin istememesi sonucu kendine sıra dışı bir yaşam çizdiğidir.

           Tarzan Kemal’i ilk kez bir kış günü gördüğümü anımsıyorum. Sokağın kıyısındaki bir musluğun altında temizlenmekteydi. Sonraları, onu sık sık görür oldum. Sırtında gereçlerini taşıdığı bir torba ve bir şortla dolaşırdı. Yaz ya da kış olması onun giyimini değiştirmezdi.

           Annem ona “Hacı Murat’ın Delisi” der ama içten bir sevecenlikle yaklaşırdı. Sırtındaki torbada tarım araçları bulunduğunu annemden öğrenmiştim. Yine annemin anlatılarından; onun; ziraat okuduğunu, bir kıza sevdalandığını, ailesinin kızın ailesini sınıfsal nedenlerle hor gördüğü için evlenmelerini engellediğini, bu yüzden aklını oynatıp bu duruma geldiğini dinlemiştim.

           Oysa çoğunluğun bildiği gibi Kemal Zıraat okumamıştır. Kardeşi Rahmi Koca’nın anlattıklarıyla öğreniyoruz bunu. 1928 yılında, Erfelek ilçesine bağlı Karacaköy'de doğar Kemal. Kafkas kökenli bir ailenin çocuğudur. Orataokulu Sinop’ta, ticaret lisesini Samsunda okuduktan sonra İstanbul’da yüksek Ticaret Okulunu bitirir. Bitirmesine bitirir de diplomasını hiç almaz. Hatta babası, Kemal'in kardeşi İstanbul’da Üniversite kazandığında ondan “Kemal’in gerçekten okulu bitirip bitirmediğini öğrenmesini” ister. Diplomasının bulunduğu da böylece anlaşılır.

           Ben burada Kemal’i Tarzan yapan nedenleri anlatmayacağım. Yalnızca olayın anlatıldığı gibi bir tutku sorunu olmama olasılığının da var olduğunu, yedi sekiz yaşlarındayken başına komşusu bir kadının sert bir cisimle vurması nedeniyle ömür boyu kulak akıntısı çektiğinin bilinmesini isterim.

           Benim üzerinde durmak istediğim onun günümüze ışık tutan doğayla barışık yaşamı. Kemal, elbette ki annemin tanımladığı gibi “deli” değildi. Sıradışıydı. –Sinop’ta sıradışıların lakaplarının deli (dölü) olduğunu daha önce de yazmıştım.-

           Tarzan Kemal, bir doğa dostuydu. Sırt torbasında taşıdığı araçlarla ağaçları budar, aşı yapar, yeni ağaçlar dikerek köylülere örnek olur, onları eğitmeye çalışırdı. Büyük olasılık, bu nedenle Ticaret değil de zıraat okuduğu yolundaki söylentileri yalanlamaz, hatta bundan zevk duyardı.

           Tarzan Kemal’in “KUZU BEBEKTİR YENMEZ” ve “SİGARA ZEHİR” sloganlarını şablon yapıp, Sinop’un il ve ilçelerinin duvarlarına yazdığını birçokları gibi ben de bilirim.

           Sinop’un yarımada bölümüne yüzlerce ağaç diktiğini, bu çalışmada kimsenin ona yardımcı olmadığını da bilirim.

           Günümüzde küresel ısınma ve bunun doğurduğu sorunlar kapımızı çalınca Tarzan Kemal’in değeri belirginleşiyor.

           Tarzan Kemal, bize doğayla barışık nasıl yaşanabileceğini göstermişti on yıllar önce. Biz onun öğretisini anlayamadık. Şimdi musluklarımızdan gelen tıs seslerinin nedeni; onu ve onun gibileri anlayamamakta yatıyor.

           Biz felaket’in, bizim uzağımızda bir yerle kalacağı gibi bir duyguyla yaşarız. Felaket kapımızı çalınca da “ Neden ben” diye yakınırız. Doğayla uyum içinde yaşamak yerine, yapay lüks tutkumuzu tatmin etmek için doğayı yok etmekte bir sakınca görmeyiz.

           “Bir yaz günü. Şimdiki şehir stadının bulunduğu, Bostancılı altında denize giriyor, güneşliyoruz. Yanımda kimler vardı tümünü anımsamıyorum ama büyük ablam mayosuyla kumların üzerinde güneşlemekte…

           Bir süre sonra Tarzan Kemal, yanında iki koyunla, o altın gibi kumların üzerinden geldi. Bir yandan güneşlenirken, diğer yandan sigarasını tüttüren Ablamın yanında durdu. Sigarayı işaret ederek:

           -Deniz güzel, güneş güzel. Denizden ve güneşten yararlanmak daha da güzel,  Yalnız bu sigara ne oluyor? Dedi.
           Sonra, aldı koyunlarını yanına;  yürüdü, gitti.”

           Kemali en güzel anlatanlardan biri de Bektaşağa Köyünden Yaşar Kandemir’in dizeleridir.

                      TARZAN KEMAL

Sinop özdeşti seninle
Tarzan Kemal Tarzan Kemal
Getirdiğin düzeninle
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Köklü bir aileden
Zengin sülaleden
Bana göre erken giden
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Hakkında türlü efsane
Anlatırlar tane tane
Sebebin miydi bir Jane?
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Taksim, İstiklal, Beyoğlu
Her yer güzellerle dolu
İçlerinde tek kaşkollü
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Mavi gözler, sarı saçlar
Sana çevrilirdi başlar
Aktör sanırdı vatandaşlar
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Üniversiteli yıllar
Başladı aykırılıklar
Meskenindi bahçe, parklar
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Omzunda tırmık, çapan
Elinde gazete, sopan
Tek başına eylem yapan
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Bayram günleri törende
Davul çalardın en önde
Pankart, bayrağın küfende
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Deniz ve kum bir de güneş
Yaşamında sana özdeş
Çevreciydin hem de kardeş
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Savaşlara karşı isyan
Bundan mı bozuldu kimyan?
Hayvan sever, vejetaryen
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Dertlenirdik zaman zaman
Ülke gündemini falan
Bilmiyordun yalan dolan
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Giyiminde kuşamında
Masrafsızdın yaşamında
El kadar bir bez dışında
Tarzan Kemal Tarzan Kemal


Yaşar Kandemir Tarzan Kemal'in gömütünde

Tanımadın otorite
Dünya insanından öte
Gerisi de formalite
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Giyinmekten nefret ettin
Konuşmamakta direttin
Sırlarınla çekip gittin
Tarzan Kemal Tarzan Kemal

Köylü Yaşar dosttu sana
Saygı duyar hatırana
Bitiremez ana ana
Tarzan Kemal Tarzan Kemal  

           Kemal 1970’li yıllarda adayı ağaçlandırmaya çalışıyordu. Kendi olanaklarıyla getirdiği, kendi elleriyle diktiği ağaçların yerinde şimdi beton bloklar var. Bu, sivil itaatsizliğin simgesel kişisinin anısına saygısız yöneticiler tarafından yönetilmekte kent. Kâr hırsının en üst düzeylere tırmandığı günümüzde, özverisi de sıra dışı olan Kemal’i anlamakta güçlük çekti bu kent.

           Bir yandan da, “İyi yoksun Kemal” demek geliyor içimden. “İyi ki yoksun da bugünlerin zulmünü görmüyorsun. Yoksa yüreğine inerdi. Senin o eşine çok zor rastlanır doğası olan kentine savaş ilan edildi. Nükleer belasının yanına üç de termik santral eklemeye çalışıyorlar. İyi ki yoksun da görmedin.” “Yine de huzur içinde ol. Senin kentinin de sıra dışı delileri var hâlâ. Sevgiyle, tutkuyla direnenler var. Kolay teslim olmayacaklar var.”

           Sinop, tüm Karadeniz gibi acı çekmekte içinde bulunduğumuz zamanlarda. Kanserin her türlüsü kol gezmekte evlerinde. 1986 da “Çernobil’in ışınım etkisi yok. Çaylarımız temiz” diye ekranlarda çay içen sahtekârlara ne kadar inanılmıştı bilemem ama günümüzde kurulmaya çalışılan “nükleer santral”in zararsız olacağına inanan çok az. Her evde en az bir kanserin yaşandığı, gün geçtikçe de arttığı ortadayken zararsızlığı inanacak kadar saf bulmak zor.

           29 Nisan 2006’da, Uğur Mumcu alanını dolduran Sinopluların seslerini duymak istemeyenler olabilir ama bu direnç tarihin sayfalarındaki onurlu yerini aldı bile. Özellikle Sinop’un kadınları, genlerinde taşıdıkları “Amazon ruhunu” dirençlerine yansıttılar. Bir şarap fıçısında yaşayan ve Büyük İskender’e “Gölge etme, başka ihsan istemem” diyebilen Diyojen yetingenliğini taşıyan Sinop erkeklerinin, dolaysız yalan olan “iş olanağı sağlama”  aldatmacasına pabuç bırakmayacaklarını biliyorum. Diliyorum, umuyorum ve de inanıyorum ki Sinop’un güzel insanları bu savaşımı kazanacaklardır.

           Sinop’un geçmişinde hep bir muhalif duruş vardır. Bu nedenle de onca güzelliğine karşın sürekli göç vermiştir. Bu muhalif duruşu nedeniyle 1968’e kadar elektrikten bile yoksun kalabilmiştir. Yol sorunu günümüzde bile sürmektedir. Amerikan Radarı nedeniyle yapılan havaalanı bir süre sivil trafiğe açık kalmışsa da daha sonra kapatılmıştır.

           Özgürlüğüne düşkün insanların kentidir. Sürü davranışlarına ters, inadına insancıl olan kişiliğini ne yazık ki son yıllarda yitirme eğilimine girmiştir. Turizmin görece gelişmesi nedeniyle vahşi kapitalist ilişkilerin egemen olması; Sinop’un o dost yürekli sıradışı insanlarını değişime zorlamaktadır.

 

           SİNOP’UN RENKLERİ  (Halklar)

           Sinop bir ebrudur. Yerli halkının etnik kimliğini belirlemek bile olanaksızdır. Bir köşesinde artık olmayan Rum kültürünün kalıntısı türküyü işitirken, az ötede Gürcü tulumunu duyabilirsiniz. Bir köyünde Çerkez - Abaza mızıkasına tahtaya vurularak eşlik edenlerin eğlencesine, diğer bir köyünde davul zurna eşliğinde oynayan köçekler karşılık verirler.

           Birçok kültürün uyum içinde yan yana yaşabildiği ender yerlerden biridir. Türk eğlencelerinde kadınlarla erkekler bir araya gelmezken, Çerkez, Abaza ve Gürcü eğlenceleri bir arada yapılır.


Bir çerkez düğünü       

           Kendine özgü bir şivesi de bulunan Sinopluların bu yönünü kendiliğinden uyak oluşturmuş şu sözler anlatır:
           “Tıkıriym, tıkıriym açmiysin,
           Çağriym çağriym duymiysin,
           Masus mu yapiysin ?”

           Çocukluğun o elektriksiz, radyosuz (doğal olarak da televizyonsuz) kış gecelerinin eğlencelerini anılarımdadır. Kaçgöç olmadan hemen her akşam toplanılırdı. Bağlama, ut, mandolin seslerine bir keman ya da kanunun karıştığı geceler yaşamışımdır. Geçmişin derinliklerinde kalan bu geceler, günümüz insanlarının kalabalık içindeki yalnızlığına inat sevecen bir birlikteliği taşırlardı. “Karasu’da Pazar var”la oynanırken, ardından “cilveloy nanayda” ile horona durulması olağandı. Sonunda “deli horon”la bağlanırdı ki bu horondan sonra kimsede oynayacak hâl kalmazdı.

           Çocukluğumun unutulmazları arasında bir türkü vardır. Beni bugün bile oldukça hüzünlendiren, gözlerimi dolduran bir türkü. “Ham meyve”
           Türküyü ilk kez sokakta bakır kalaylayan bir kalaycıdan dinledim. Bir yandan çömeldiği yerde işini yaparken bir yandan da “benim yârim yaylalarda oturur/ ak elini soğuk suya batırır” dizelerini öylesine içten söylemekteydi ki anlatmak güç. Türküyü dinlediğimden yaklaşık elli yıl sonra duyduğum Bedri Rahmi’nin dizeleri anlatır o günkü duygularımı. “Ne zaman bir köy türküsü duysam / şairliğimden utanırım.”

           Rumlar bir zamanlar Sinop’un renklerinden biriymiş. Ne ben o günleri görebildim, ne de bugüne kalan yalnızca “Sinop Türküsü” olarak adlandırılan ve her dörtlüğü “Bir gemim var ……” diye başlayan türküdeki şu sözlerdir:
           “Yoldan geldim aman yorgunum
           Dün akşamdan Marikaya vurgunum”

           Ne var ki; günümüzde o kültürün başka kalıntılarını bulabilmek olası değil. Öylesine yok edilmiş bir kültür ki; Rumların meyhanelerinin bulunduğu Tersanedeki deniz kıyıları yine meyhane ama en özgün yanı olan mezelerinden ve o güzel sirtaki müziğinden bir kalıt yok. Nüfusuna oranla en fazla içki tüketilen illerden biri olan Sinop’ta; meze konusunda belki de dünyada birinci sırada olan Rumların yaşamış olduğunu anımsatacak bir tat bulmak olanaksız. İçkinin yalnızca et türleriyle içildiği bir kent olmuş. Ne yazık!

           Sinop’un bugünkü çok kültürlülüğünün dayattığı hoşgörü bazen hoş olaylara da neden olur. Bunlardan biri, 1970 li yıllarda yaşanan bir telefon görüşmesidir.

           O yılları yaşayanlar bilir ama yaşamamış olanlar için bir kez daha anımsatalım. Günümüzün cep telefonu, internet üzerinden hatta telefon üzerinden görüntülü konuşmalarını bırakalım bir yana… Normal kablolu telefonlar bile manyetoludur. Telefonun sağ yanında bulunan kolu çevirdiğinizde sizi santral görevlisi yanıtlar. Ona görüşmek istediğiniz numarayı bildirirsiniz. Şehir içiyse hemen bağlanır. Şehir dışıysa uzaklığa göre bekleme süreniz değişir.

           İşte bu koşullardayken İzmir’de okuyan bir öğrenci, Sinop’taki ailesiyle ivedi görüşmek ister. Ne ki ailesinde telefon yoktur. –O yıllarda onlarca yıl sıra bekler, yine de telefon abonesi olamazdınız.- Komşusunun telefonunu yazdır PTT’ye. İzmir Sinop görüşmesi yapmak gündüz saatlerinde olanaksızdır. Ankara, Samsun üzerinden yapılacaktır bağlantı.

           Öğrencinin yazdırdığı telefon sabaha karşı bağlanır. Komşular öğrencinin annesini evlerine çağırırlar. Uyku sersemi gelen kadın telefonu eline alır. İzmir’deki oğlu sürekli bir şeyler anlatmak, annesi ise arada bir “”haaa.”  “hııı” gibi sesler çıkarmaktadır. Bir süre sonra konuşma biter. Kadın telefonu kapatması için komşusuna uzatırken, şaşkın bir bakışla konuşur:
           “-Ne diy kız buuu!”

           Bu görüşmeden sonra telefonlu komşunun, telefon aboneliğini sona erdirdiği rivayet edilir.

 

BÖLÜM-8 DENİZ TUTKUSU

           Sinop bir balıkçı kenti. Sinop, iyi denizci yetiştiren, reisleri ünlü bir kent. Peki, denize küskün olan kim?

           Sorunun yanıtı kolay. Köylülerin çoğu. İl ve ilçe merkezlerinin dışında sayıları iki elin parmaklarını bulan kıyı köyü yok. Kıyıda torakları bulunan köylerin konutları kıyıdan uzakta. Bir kaçının dışında bu köylerde ne bir kayık ne de bir olta bulunmaz. Sırtını denize dönmüş, tahıl tüketen insanların köyleridir. Kıyı kasabalarında deniz ve balık ne kadar önemli ise, Sinop’un kıyı köylerinde tam karşıttır durum.

           Karadeniz’in verimin bitirildiği, kirletildiği, yok edilmeye başlandığı döneme ilişkin değil bu durum. Otuz yıl önce, elli yıl önce de böyleydi. O, besin değeri çok yüksek balığın her türünün neredeyse ağ kepçeyi daldırıp alınabileceği bollukta olduğu dönemlerde de sırtı dönüktü denize köylülerin.

           Bir yerlerde “etle beslenenlerin, tahılla beslenenlere göre çok daha fazla akıllı” olduklarını okumuştum. Saf, iyi niyetli ve insancıl köylülerimizin, zekâ durumlarının az olduğunu sanmıyorum ama denize sırtını dönen yaşayan insanın zeki olduğunu söylemek de herhalde doğru bir saptama olmaz.

           Oysa Deniz vazgeçilmezdir Sinop’lu için. Yalnızca balığıyla ya da taşımacılığı için değil, deniz olduğu için vazgeçilmezdir. Diğer kıyı kentleri gibi tüm sokakları değil; yaşamı denize çıkar insanlarının.

           Diyelim ki okuldan kırdınız güneşli bir mayıs günüde. Gideceğiniz yer sizi kıyıya çıkaracaktır.Kimselerin sizi görmemesi gerektiğinden ıssız yerleri yeğleyeceksiniz. Biz de böyle yapmıştık 1960 ortalarında.

           “Hapishaneyi batı yönünde geçiyoruz. Sinop’a akşam kararmaya başladıktan, gece yarısına kadar elektrik üreten santralin arkasından dolaşıyoruz. Şimdi Emniyet Müdürlüğünün bulunduğu yerler boş. Ortada bir baca/kule. Bir zamanlar kibrit fabrikası varmış burada. Yalnızca bu baca kula kalmış geriye. Yaklaşık üç metre çapındaki bu sıvasız tuğla kulenin içine giriyoruz. Kulenin içinde duvara tutturulmuş demirlerden yapılmış merdivenlere tırmanıyoruz coşkuyla. Üzerine çıkıp, altı yedi metreden izliyoruz limana giren ve çıkan balıkçı teknelerini. Taaa, uzaklardan bir Gerze silueti selamlıyor bizleri.

  Fazlaca oyalanacak bir şey yok burada. İniyoruz. Yönümüz Bahçeler. Denize inen çam ağaçlarının bulunduğu Orman İşletmenin koruluğundayız. Korunun bittiği yerde tarlalar.

           Kıyıda, kumların arasında yer yer küçük kayalıklar var. Burası Sinop’un birinci plajı.  İç limanda olması nedeniyle daha dalgasız olan deniz, giderek koyulaşıyor önümüzde. O ara bir arkadaşımızın sesi çınlıyor ıssızlıkta.

           -Pavurya.

           Artık elimizde bir pavuryamız var. Kayalığı ve kıyıyı arıyoruz ama başka bulamıyoruz. Olsun. Zaten üç kişiyiz. Korudan topladığımız kuru dallarla bir ateş yakıyoruz. Ateşin korlaşan bölümünü öne çekip pavuryamızı korların üzerine koyuyoruz. Doğrusu sevincimize diyecek yok. Bir yandan ateşi besliyor, diğer yandan oluşan korları öne ayırarak pavuryamızı pişiriyoruz. Bu işi bilen arkadaşlarımız var. Sonunda beyaz ve gerçekten lezzetli bir ete kavuşuyoruz. Bu etten kişi başına düşen yalnızca birkaç grammış ne gam.”

 

           Sinop’ta Lakerdanın adı “Tuzlu Balık”tır. Lakerdanın genelde torikten yapıldığını çok sonraları öğreniyorum. Bizim Tuzlu balığımız palamuttan yapılır. Palamut, torikten çok daha fazla yağlı olduğundan sonbaharda yapılan tuzlu balığın, yaza kadar dayanması beklenemez. “Ben illa da temmuzda tuzlu balıkla rakı içeceğim” diyenlerin toriği yeğlemeleri bundandır. Ama bana sorarsanız palamuttan yapılmış tuzlu balığın yerini hiçbiri tutmaz.

           Bizim tuzlu balığımızın, yalnızca İstanbul meyhanelerinde kalmış torik lakerdasından ayrı bir yeri olduğu gerçekliktir. Bunu en iyi anlatanlardan biri de Ali Dizdaroğlu’dur ki bir e-postasında tuzlu balıktan söz ederken şunları söylüyor:

           “Ancak, kardeşim biz Sinopluyuz, bu mereti kış boyunca haftada en az iki öğün yemeden yaşayamayız diyen kardeşler, işaret parmaklarına taktıkları leziz palamut mamulü tuzlu balık dilimlerinin derisini ve dahi kılcıklarını  bir tersane kedisi edası ile keyifle sıyırırken, ''yahu üç ay yerim, tazesi ile yerim, tarhanayla da yerim, mısır çorbasıyla da yerim, palamudu beğenmeyenler halt etmiş'' diye düşünebilirler. Benim gibi.”

 

BÖLÜM-9 AMERİKALILAR

           Amerikalılar, Sinop’un bir dönemine damga vurmuşlardı. 1954 yılı, soğuk savaşın en yükseklere tırmanmaya başladığı zamanlar. Sovyetlerin Doğu Karadeniz’de hak savlarını dillendirmesiyle başlayan ABD’ye yaklaşma, NATO’ya girme koşulu olarak Kore’ye asker gönderilmesinin ardından, Sovyetleri gözlemek amacıyla üsler kurulmaya başlar.

           Küçük bir kıyı kasabası görünümündeki Sinop’a da bu üslerden biri kurulur. ABD sevgisinin dorukta olduğu yıllardır. Zor geçit veren dağların ardında; yolsuz, bakımsız bir kıyıda unutulmuş olan Sinop ekonomisi ve yaşamı Amerikalıların gelmesi ile görece bir canlılık kazanır.

Sinop Havaalanı

           Amerikalılar hem yeni iş sahaları açmakta, hem de topluma şirin görünmek için çalışmaktadırlar. Araçlarıyla geçtikleri sokaklarda peşlerinden koşan çocuklara sakız atmaktadırlar. Yüzlerce kişi radar üssünde çalışmakta, Sinop’ta kiralayacak evi olanlar bayram yapmaktadırlar.

           O yıllarda bir tekerleme, dilimizden düşmemekteydi. “Bir, iki, üçler/ yaşasın Türkler. Dört, beş altı/ Japonya battı. Yedi, sekiz, dokuz/ Almanya domuz. On, on bir, on iki/ İngiltere tilki. On üç, on dört, on beş/ Amerika kardeş.

           Bugünden bakınca, bize oldukça ters geliyor. Sovyetlerin dağılmasıyla başlayan süreçte ortaya çıkan devletlerde gelişen “Turuncu Devrim” adlı olgunun peşine takılan kitlelerin ya da Kosova devletinin kuruluşunda sallanan ABD bayraklarının görüntüsü bizim 1950’lerde yaşadıklarımızın bir yinelenmesi. – Salladıkları bayrakların ne anlama geldiklerini kavramaları için, bizim kadar bekleyeceklerini sanmıyorum ama yine de düştükleri açmazı gördüklerinde artık çok geç olacağı bir gerçek.-

           Amerikalılar artık Sinop’un bir toplumsal gerçekliğidir. Hepimiz onlara sevgi göstermekte, hayranlık ve saygıyla bakmaktayız. Tüm esnaf, en çok da Roman ayakkabı boyacıları hızla İngilizce öğrenmekteler. Okullarımızda Fransızcanın yerini İngilizce almaktadır. Sovyetler Birliği’nin Kurtuluş Savaşına katkıları zaten hiç dillendirilmemiş, şapka asma öyküleri anlatılarak bir şeytan düşman görüntüsü oluşturulmuştur. Kendi ülkelerinde ikinci sınıf bile olamamış siyahî askerler, toplumun gözünde büyük saygınlık edinmiştir.

           Cemse dediğimiz ve üzerine TUSLOG yazan askeri araçlardan atılan Amerikan sakızlar, çok özel durumlarda çikolataya dönüşmektedir.

           Burada çok özel bir konumum olduğunu söyleyebilirim. Tüm arkadaşlarımın cemselerin ardından koşup, itişip kakışarak sakız kaptıkları durumları hep kıyıdan izlemişimdir. O sakızların bir tanesini bile almadım. Almak için bile davranmadım. Nedenini bugün bile çözümleyebilmiş değilim.

           Amerikalıların yiyeceklerini büyük çoğunluğunun ülkelerinden geldiği söylenirdi. Radarda çalışan bazı tanıdıkların evlerinde konservelere rastlar, o daha önce görmediğimiz teneke kutulara merakla bakardık. Okyanus ötesinden Sinop’a kadar yiyecek getirmelerine şaşar, kendi aramızda ayakları yere basmayan çözümlemeler yapardık.

          2008 yılında sivil uçuşlara açılan Sinop Havaalanı, radarın gereksinimlerini karşılamak amacıyla kurulmuştu. Zaman zaman Türk Hava Kurumunun uçakları da gelir, bizlere üzerleri yazılı renkli kâğıtlar atardı.

           Havaalanını THK uçakları kullanırdı ama radarın bazı bölümlerine bizim yüksek rütbeli askerlerimizin bile giremediği bilinen bir gerçeklikti.

           Amerikalıların Sinop’un toplumsal yaşamındaki etkilerini araştırmak ancak bir sosyologun başarabileceği bir iş. Yalnız bazı etkilerinin olduğunu görmek için de fazlaca bir bilgiye gerek yok.

           Sinop, en azından ben bildiğimden buya hoşgörülü insanların kentidir. Radarın bulunduğu dönemlerde zaman zaman bir kızımızın Amerikalı ile evlendiğini duyardık. Bu evlilikler tepki görmek bir yana gıpta ile karşılanırdı. Amerikalıların Hıristiyan olmaları hiç dillendirilmezdi. Zaten, Sinop’ta dinsel kimliğin öne çıkmaya başlaması iki binli yıllardan sonraya denk gelir.

          Bizler ortaokulu okuduğumuz yıllarda İngilizce derslerine “barış gönüllüsü” denilen Amerikalılar girmeye başladılar. –Ben torpillilerden olmadığımdan Fransızca bölümündeydim.- Arkadaşlarımız, barış gönüllüsü öğretmenlerine yaptıkları şakaları anlatırlardı. Bir kezinde, ucu açık bir çakı gösterildiğinde nasıl korktuğunu anlatmışlardı. O yılların sıkı disiplin anlayışı ve dayağın sıkça kullanıldığı okullarda, bu sevecen ve hoşgörülü davranan öğretmeler(!) sevilirlerdi.

           Çok sonraları öğrendik barış gönüllülerinin neden gönderildiğini. Onların raporlarıyla iyice tanımışlar toplumsal yapımızı. Bu tanımanın getirdiği sonuçları ise hepimiz biliyoruz.

           Amerikalıların etkilerinden biri de sokak hayvanlarıdır. Getirdikleri kedilerin yerli kedilerle çiftleşmesinden oluşan melez bir ırk oluştu. İşte günümüzde Sinop kedilerinin diğer kedilerden farklılığının nedeni budur. Bu melez ırk, daha güzel hayvanlar oluşturdu. Eh, bu kadar götürdüklerinin yanında, böylesi bir yararları da olsun

           1963 yılında ABD başkanı John F. Kennedy’in öldürüldüğünü duyduğumuzda annemin hüngür hüngür ağladığını bugün gibi anımsarım. Toplumumuzun nerelerden geldiğinin, nasıl kandırıldığının bilinmesi anlamında özel bir olaydır. Çünkü o süreçte ağlayan, üzülen yalnız annem değildi. Toplumuzun belki de tümüne yakın bir bölümü aynı duyguları yaşıyordu.

           Amerikalıların bu saygın ve üstün görülen yaşamı 1960’lı yılların sonlarına kadar sürdü. Özellikle 1968 uyanışıyla birlikte rahatları kaçtı Amerikalıların. Önce İl merkezindeki kiraladıkları konutları boşaltıp radar üssünün içerisindeki konutlarına döndüler. Sonra da artık gururla ve halkını küçümseyerek dolaştıkları sokaklarına çıkamaz oldular. Buna kiralık evi olanlarla kotracılar dışında üzülen de olmadı. Artık “Amerika kardeş” dönemi kapanmıştı.

           Sinop radar üssü 1993 yılına kadar ABD’nin elinde kaldı. 1993’de artık uzaydan dinleme ve gözetleme olanaklarının daha iyi olması nedeniyle, ABD’in gereksinimi kalmayınca, birçok araç gereci söküldükten sonra devredildi.

           Radarın devredilmesi, orada çalışan insanları işsiz bırakırken Sinop’u da ekonomik alanda geriletti.
Radarla birlikte Sinop’un var olan ikinci işyeri SÖKSA’ydı. Zaman zaman kapanıp açıldı. Sonunda tümüyle kapandı.

           Radarın ve Söksa’nın kapanmasıyla Sinop’un verdiği göç hızlandı. Bugün yalnız İstanbul’da 250 000’in üzerinde Sinoplu olduğu tahmin ediliyor.

 

BÖLÜM-10 YALI ÇÖLÜ ve AMAZONLAR

          Tüm yaşlılar gibi ben de seviyorum anılarımı. Anılarımı yaşadığım yerleri görmek istiyorum. Belki benim anılarım yazıya döküldüğü için bir süre daha kalacak ama anılarımı yaşadığım yerler çoktan değişti.

          Karasu çayının denize kavuştuğu, Gâvur Ovası’nın sonlandığı bölümdür Yalı Çölü. Geniş ve sarı kumları nedeniyle almıştır bu adı. Ne yazık ki bu ender bulunan plaj, son yıllarda kendi adıyla değil de kuzeyindeki koyun adıyla anılır oldu. Oysa; Yalı Çölüyle, Akliman birbirine bitişik ama ayrı yerlerdir.

          Şimdilerde yalnızca Akliman adıyla bilenen bu koyun kuzeyinde Karadeniz’de ender bulunan iki de güzellik vardır ki bunlardan biri üzerinde yerleşim olmayan Tavşan Adası, diğeri ise Hamsaros koyudur. -Yeni kaynaklar bu koyun adını Hamsilos olarak yazar. Ben oldum olası sevemedim bu ad değişikliklerini.-


Yalı çölü

          Günümüzde koyun çevresi yazlık ev ve sitelerle dolu. Oysa ben çocukluğumun Yalı Çölü’nü seviyorum. Birkaç kilometre uzunluğunda ve genişliği yer yer iki yüz metreyi bulan sapsarı kumlar. İşte adını bu kumlardan alırdı Yalı Çölü.

          Ulaşımın bugünkü gibi olmadığı, ailelerin otomobil sahibi olmayı düşleyemedikleri zamanlarda, Yalı Çölü’ne gitmek başlı başına bir serüven olurdu. Bir gün önceden yapılırdı hazırlıklar. O, her zamanki piknik yiyecekleri hazırlanırdı. Sabah olduğunda serüven başlardı. Saz sepetlere doldurulan gereçlerin üzeri, gidildiğinde yere serilecek örtülerle kapatılırdı. Çoğu Kez Sinop, Erfelek arasında çalışan minibüslerle Osmaniye kavşağına gelinir. Buradan Havalını için açılan yolda yavaş yavaş yürümeye başlanırdı. Yine çoğunlukla o yöne giden bir kamyonun kasasına binilerek tamamlanırdı yolculuk. Daha sonraki yıllarda, Almanya’da çalışan akrabaların arabalarıyla gidilmeye başlandı Yalı Çölüne.

          Genellikle Tavşan Adasına yakın kesimde durulurdu. Burada ağaçlık bölge başladığı ve gölgelerden yararlanma olanakları olduğu için.

          Çocuklar gelir gelmez soluğu denizde alırlardı. Büyükler oturdukları yerden bağırarak uyarırlardı çocukları ada yönüne gitmemeleri için. Çünkü ada yönü Karadeniz’in genel özelliği olan birden derileşme özelliğini taşır. Ova bitimi ise yüzlerce metre denizde ilerleseniz bile dizlerinizi geçmeyen bir derinliktedir.

          İşte bu denizde itişip kakışarak neşeli çığlıklar atardık. Deniz dibinden aldığımız kumları birbirimize fırlatır, bize fırlatılan kumlardan derinliği yarım metreyi geçmeyen sulara dalarak korunurduk.

          Uzaklarda Amerikan Radar Üssünün havaalanına inen bir uçak üzerimizden geçerse şanslı sayardık kendimizi. Denizin içerisinde durup uçağın inmesini izlerdik.

          Öğleye doğru büyükler de girmeye başlarlardı denize. Yaşlılarımız genellikle denize girmez. Bedenlerini, özellikle de bacaklarını kızgın kumlara gömerlerdi. Karadeniz’in nemli ikliminin azdırdığı romatizma ağrılarından kurtulmak için.

          Güneş –eğer varsa. Yazın bile göründüğü günler kapalı günlerden azdır- dikleştiğinde nevaleler yer sofrasına dönüştürülür, çocuklar denizden çağırılırdı. Genellikle kuru köfte, domates, salatalık, yeşil soğan, haşlanmış yumurta ve haşlanmış patatesten oluşan öğle yemeği kısa zamanda tüketilirdi. Yemek sonrası büyükler ağaç gölgesine uzanır, biz çocukların güneş altında kalmaması için sıkça uyarırlardı. Bu uyarıların ne kadar yararı olurdu bilmiyorum ama akşam olduğunda yanmış derilerimiz gece boyu daha da büyük bir ızdırap verirdi. O zaman büyüklerimiz bir yandan “ben sana söylemedim mi, güneşte durma diye” sözleriyle yakınır, diğer yandan yanan bölgelerimize –ki özellikle omuzlar ve sırt yanardı- yoğurt sürerlerdi.

          Güneş yakmayacak kadar eğildiğinde, Hamsaros koyuna doğru yürünür. Yurdumuzda tek olma özelliği taşıyan, ormanla çevrili eşsiz fiyordunun çevresinde gezilir. Uygun bir yamaca oturularak “Rus donanmasından kaçıp buraya saklanan” gemimizin nasıl bulunamadığı konuşulurdu.

          Dönüşten önce son kez denize girilirdi. Tabii bu büyükler için geçerliydi. Biz çocuklar tüm uyarılara karşın denizden hiç çıkmazdık. Su içinde takla atar, çölde ardımızda sıçrayan kumlar bırakarak yarışırdık. Eğer bir de Almanya’da yaşayan akrabalarımızın getirdiği plastik top varsa, o gün diğerlerinden daha mutlu olduğumuz gün olurdu.

          Eve dönüşümüzde akşam yemeği nasıl yenir ne zaman yatılırdı anımsamıyorum ama gece yarısına doğru yanan derilerimizin verdiği acıyla uyanırdık.

 

          AMAZONLAR

          Yalı Çölü’nün bitişiğindeki yarı bataklık alanda bir de köy vardı. Günümüzde Roman denilmeye özen gösterilen Çingeneler yaşardı o köyde.

          Bir Akliman günüydü. Güneş öğleyi devirmiş, gölgelerin uzamaya başladığı ama ikindi sıcağının insanı yaktığı saatlerdi. Kuzeyden, Hamsoros yönünden iki at belirdi. Rahvan yürüyen atlar yaklaşmaya başladığında gözlerimi onlara dikmiştim. Küçükten beri severdim atları. Belki de annemden geçen kalıtımsal bir sevgiydi bu.

          İki doru at, eğersiz gövdelerinde on, on iki yaşlarında, çıplak olan belden yukarıları nereneyse bir zenci siyahlığına ulaşmış sürücüleriyle yaklaştılar. Tırısta yürüyen atların bedeninin diğer bölgelerine göre daha koyu olan yeleri, ritmik bir biçimde sallanıyor, yelelerin gizleyemediğini boyun damarları görünüyordu.

          Atlar, üzerlerinde sürücüleriyle önce kumsala indiler. Sürücüler,  atlarını dalgaların oynaştığı, denizle kumun seviştiği yere kadar getirdiler. Sonra atların ikisi birden dörtnala kalktılar. Nallarından sıçrayan su ve ıslak kumun, kuyrukların sallanış ritmiyle uyumlandığı bir dans içinde giderek uzaklaştılar.

          Atların yelpazelenen yeleleri, havada savrulan kuyruklarına bakarken dalıverdim düş dünyasına.
Atlar çoğalıverdi. Üzerlerinde yayı rahat gerebilmek için sağ memeleri alınmış kadınların uzun saçları dalgalanıyor. Sırtlarında ok sadakları ve çapraz asılmış yayları olan yarı çıplak kadın sipahilerin nallarının kaldırdığı toz bulutu sardı yalı çölünü.

          Kraliçe Penthesileia’nın Troia savaşında Akhilleus tarafından öldürülmesinin acısını erkeklerden çıkaran kadınlar bunlar. Tutsak düştükleri Yunan gemisini ele geçirip gelmişler bu kıyılara ve de aralarında erkek olmadan yaşamayı seçmişler, bu topraklarda.

          Bu topraklara adını veren Irmak Tanrısı Asopos’un kızı Sinope,  bu toz bulutu içindeki atlıların başında sürüyor dorusunu. Baştanrı Zeus’un tutulduğu bir güzel Sinope. Zeus Sinope’ye verdiği” her dileğini yerine getirme” sözü uyarınca göndermiş Sinope’yi bu topraklara. Hem de kılına bile dokunamadan.

          Daha sonra, Apollon sevdalanmış Sinope’ye, yetmemiş tanrı Halys’de sevdalanmış. Sinope,  büyüleyen güzelliğini kullanmış hepsine. Ne bir ölümsüz, ne de bir ölümlü erkek yaklaştırmamış kendisine.

          Şimdi, yalı çölünü toz dumana katan bu kadınlar kim bilir nerelerden geliyorlar. Yunanistan’dan, Aral Gölüne kadar olan topraklar üzerinde at koşturdukları, seviştikleri erkekleri, kendi topraklarında barındırmadıkları bir gerçek.

          Az sonra Kumkapı’dan girecekler kente. Serapis mabedinin rahibelerine geldikleri haberi ulaşırken, onları evlerinde kendi doğurdukları köle erkek çocukları karşılayacak.

          Karadeniz’in doyumsuz renkleri altında, güneşin denizde doğuşunu seyrederek kahvaltı yaptıkları yerde; yine güneşin denizde batışını izleyerek akşam yemeği yiyeceklerdir.

          Kızlarını ise bağırlarına basarak büyütecekler. Ok atmayı, ata binmeyi, labris adlı çift yönlü baltayı kullanmayı ve yarım ay kalkanla korunmayı öğreteceklerdir.

          Gecenin sessizliğinde suya düşen yıldızlar burkacaktır erkeksiz yüreklerini. Yine de törelerinin gereğini önde tutacaklardır, yalnız yataklarına çekilerek…

 

          Nedendir bilinmez ama erkekler erken ölür Sinop’ta. Kadınlar daha uzun yaşarlar. Bu dul kadınların hemen hemen tümü ikinci kez evlenmezler. Birçoğu kendi evlerinde yalnız yaşarlar. Sanki günümüz amazonlarıdır onlar. Yurdumun diğer yerlerindeki dul kadınlara bakılan gözle bakılmaz onlara. Amazonlar kadar dokunulmaz ve saygın yaşarlar.

 

BÖLÜM-11 SİNOP LİSESİ

          Her kentin ünlü okulları vardır. İstanbul’un Galatasaray Lisesi, Kastamonu’nun Abdurrrahman Paşa Lisesi gibi…  Sinop’un böyle ünlü bir lisesi yoktu. Yoktu, çünkü Sinop’ta ortaokulu da içinde barındıran tek bir lise vardı. Sinop Lisesi.

          Bu okulla ilk tanışmam öğrencisi olmadan öncedir. Amcamın oğlu da doğal olarak ortaokulu bu okulda okumaya çalışmıştı. Çalışmıştı diyorum, çünkü bitiremedi. Neyse.

          İlk kez bu okulun bahçesine Fecüze Şükrü ile girdim. Türkçe dersinde “vecize” yerine “fecüze” dediği için bu sözcük ona lakap olmuştu. Bir bütünleme sınavı günüydü. Sınavdan önce arkadaşlarıyla arkadaki odunluğun duvarının gerisinde sığara içmişler, var olan kurşun kalemlerini kırarak olmayanlarla bölüşmüşlerdi.

          Her okulun en önemli dönemi, anlatanın o okulda okuduğu dönemdir. Benim için Sinop Lisesi’nin en önemli dönemi, 1963 – 1964 öğretim yılları ile 1965 – 1966 öğretim yılları arasında kalan dönemdir. Çünkü ben, bu dönemlerde okudum Sinop Lisesinde.          

Sinop Lisesi, tarihsel değer taşıyan, yüksek tavanlı kalın taşlardan yapılmış şimdi Öğretmenevi olarak kullanılan binadaydı. Bahçesinde Mustafa Kemal’in karatahta başında yeni Türk Harflerini ilk kez öğretirken çekilen, o çok bilinen fotoğrafta da görülen zeytin ağaçları bulunan okulda kimler yoktu ki o yıllarda.

          Öncelikle gerçekten adı Sinop’la özdeşleşmiş öğretmenler… Beden Eğitimci Nazmi Kurt, Sarı Tarihçi ve eşi Levent Hanım, Türkçeci İsmet Gümüş, Binbaşılıktan matematik öğretmenliğine geçmiş (birinci sınıf ilk yazılıda kopya çekmeden soruları çözdüğüme, beni tahtaya kaldırıp sorduğu tüm soruları çözmeme karşın inandıramadığım) Hilmi Özkıran, Rahmi Önkibar, Nazik Hanım gibi çoğunu sevgi ve saygıyla andığımız, bazıları ise nefretle bile olsa anılmayı hak etmeyen öğretmenlerimiz…

          O yıllarda Sinop Lisesinde okumuş olup da Nazmi Kurt’un sopasını yemeyen var mıdır? Sanmıyorum. Suçlu ya da suçsuz iki santimetre kalınlığında yaklaşık kırk santimetre boyundaki sopası, genellikle de sıra sopası olarak avuçlarımızda patlardı. Unutamadıklarımdan biri de şudur. Ders zili çalmış olmasına karşın birkaç arkadaşımız sıraya girmemişlerdi. Nazmi Kurt köşede göründüğünde koşarak yerlerini aldılar. Öğretmenimiz geldi. İlk komutu öndeki sıranın üç adım öne çıkması oldu. İkinci komutu ise avuçlarınızı açın! Sopa sıradan avuçlarımızda patlamaya başlamıştı. Şimdi adını anımsayamadığımız babası polis komiseri olan bir arkadaşımız acıdan sesler çıkardığında Nazmi Kurt:
          - Nasılmış? Baban her gece bunu karakola düşenlere fazlasıyla uyguluyor, olmuştu.

          Arkadaşlarımın çoğunun adını anımsayamıyorum bugün ama hiç unutmadıklarım da var. Bunların başında Taşkın gelir. Taşkın, Sinop’ta baba mesleğini olan kurukahveciliği sürdürmekte… Gittiğimde, ayaküstü de olsa yanına mutlak uğradığım tek arkadaşımdır. Eğer sizler de yeni kavrulmuş ve değirmenden yeni çıkmış mis kokulu kahve alacaksanız, biri tersaneden Kaleyazısı yönüne çıkarken sağda, diğeri ünlü hapishanenin kapısının karşısında olan ve tabelasında Gümüş Kurukahvecisi yazan küçük dükkânlardan birinde onu bulabilir, benden de selam söyleyerek kahvenin en iyisini alabilirsiniz.

          O yılların ünlü güldürü ustası Dümbüllü İsmail’den esinlenerek Dümbül Hüseyin diye adlandırdığımız okul futbol takımındaki Hüseyin ve yine okul futbol takımından Orhan’la sıra arkadaşım, bu yazı yazıldığında Sinop Belediye Başkanı olan Baki Ergül anımsayabildiklerimden. Bir de kadim dostum mahalle arkadaşım Sami Türkmen var. Sami’yi okuldan önce de tanıdığım için bu bölümlendirmede saymayabilirdim.

          Sarı Tarihçi’nin adının Salih olduğunu yıllarca sonra öğrendim.  Sarı Tarihçi adının, eşi Levent Hanım’ın ördüğü sarı kazaktan geldiğini de.  O, bizim için derste esnememize kızan, beylik sözleri olan ama hiç şiddet uygulamayan, biraz ürktüğümüz, kırmızı yüzlü, kızıla çalan seyrek saçları bulunan, gizliden yakınlık duyduğumuz biriydi. Sorduğu soruları bilemediğimizde, “Koymalı çuvala, vurmalı duvara; yazık olur bizim çuvala”; tarih dersini masal anlatır gibi anlatırken esnediğimizde “artezyen kuyusu gibi ağzını açma” türünden beylik sözleri vardı. Doğaldır ki onu ünlü yapan yalnızca okuldaki tavırları değildi. O, sonradan geldiği bu şehri içselleştirmiş, neredeyse tüm halkını tanımış, onlardan biri olmuştu. 2000'li yıllarda Rusya’dan gelen tomrukların bulunduğu iskelede, o yıllarda bizim ormanlarımızın tomrukları olurdu,  gemilere yüklenmeyi bekleyen. İşte o tomrukların üzerine oturmuş, bir yandan oltasını denize bırakmış, diğer yanında içki şişesi olan Sarı Tarihçi’yi görebilirdiniz gece yarılarında.

          Bu heybetli görünümlü koca adam artık yok. Artık herkesin birbirini tanıdığı, selamlaştığı o eski Sinop da yok. Gidenler yalnızca kendilerini götürmüyorlar. Bir dönemin dostluğu ve merhabayı öne çıkaran yaşam biçimini de götürüyorlar birlikte. 

          Levent Hanımın benim anılarımda çok özel bir yeri vardır. Okuldan ayrıldıktan kırk bir yıl sonra sesini duyduğum, her şeyiyle öğretmen olan bu kadına borcumu nasıl öderim bilmiyorum. Galiba en iyisi onunla olan anımı yazmak.

Levent hanım, 1965 – 1966 ders yılında, ortaokul son sınıftayken matematik öğretmenimizdi. Öğrencilerin büyük çoğunluğu için kâbus olan bu derste oldum olası iyiydim. Matematiğimin iyi olmasına karşın, matematik dersini Levent Hanım dersimize girene dek pek de sevdiğimi söyleyemem. Yalnız o yıl matematik dersini bana o mu sevdirmişti, yoksa onu sevdiğimden mi matematiği sever olmuştum bilmiyorum.

          Şimdilerde öğretmenevi olarak kullanıldığını yazdığım binanın zemin katında, merdivenlerin solundaki dershane bizim sınıfımızdı. Arkada olmasının avantajlarını kullanırdık. Bunların arasında; hemen yakınızda, merdiven altında bulunan depodan odun çalıp, diğer sınıfların sobasının yanmadığı öğleden sonralarının soğuklarında sobayı harlatmak; zil çalıp içeri girdikten sonra, öğretmen girmek üzereyken karar değiştirip zeytinliklere kaçmak için alçak pencereleri çıkış olarak kullanmak sayabildiklerim.

          İşte bu sınıftayız. Üst üste iki saat olan matematik dersinden yazılı olmaktayız. Birinci saatin sonundaki dinlenmede nöbetçi öğrenci geliyor ve Levent Hanım’a “Ayhan Altay’ı okul müdürü çağırıyor” diyor. Bir anda hoplayan yüreğim gibi sıçrıyorum sıramdan. Levent Hanım, o dingin sesiyle: “Otur”, diyor. “Sınavını bitirdikten sonra gidersin.”

          Soruları nasıl çözdüm, ne kadarını çözdüm bilmiyorum. İkinci saatin hemen başlarında kâğıdımı verip çıkıyorum.

          Müdür odasında yok. Kapısında bir de kız öğrenci var bekleyen. Ben de beklemeye başlıyorum. –Daha sonra bekleyen kızın, Erkek sanat Enstitüsü Müdürünün kızı olduğunu öğreniyorum.-

         Bana uzun gelen bir bekleyişten sonra Okul Müdürümüz geliyor. Bizi odasına alıyor ve:
          -Kutlarım çocuklar. Okulumuzdan Fen Lisesi ilk basamak sınavlarını siz ikiniz kazandınız.
Diyor.

          Eğer belleğim beni yanıltmıyorsa Sinop Lisesi’nden, o zamanlarda yalnızca Ankara’da bulunan ve her yıl ülke genelinden doksan altı öğrenci olan bu okulun ilk basamak sınavlarını kazanan ilk öğrenciler olduğumuzu da söylemişti.’

          Okul Müdürümüz bizleri yanına alıp, öğretmenler odasına götürüyor. Ben, kış günleri bile okula gelip giderken görülmesin diye koluma astığım dirsekleri yamalı ceketimi saklamak için biraz köşeye çekiliyorum. Öğretmenlerimiz, birer birer gelip kutluyorlar. Bazıları el sıkıyor, bazıları öpüyor yanaklarımızdan.

          Kısa bir süre sonra tüm arkadaşlar yazılı kâğıtlarını vermiş olmalı ki, daha dinlenme zili çalmadan Levent Hanım geliyor. Duyduklarından sonra özellikle bana sarılışındaki hazzımı unutamam.

          Zil çalıyor. Diğer öğretmenler de birer ikişer geliyor, kutluyorlar. Ben bir an önce dirsekleri yamalı ceketim nedeniyle kurtulmak için can atarken,  içeriye Kimya öğretmenimiz Nazik Hanım giriyor. Ona yapılan bilgilendirmeden sonra önce kız arkadaşı kutluyor, sonra…

          Beni gördüğü anda yüzünün şekli değişiyor. Bir dersinde güldüğüm için sürekli dersi ayakta izleme cezası verdiği, benim yanıt olarak sınıftan çıktığım. Derslerine girmediğimde yok yazmadığı, yalnızca sınavlarda sınıfta bulunduğum aklından geçmiş olmalı ki, tiz bir sesle söyleniyor.
          - Olamaz, inanamam. Ben bu öğrenciyi sınıfıma bile almazken nasıl kazanır Fen Lisesini…

          İşte yaşamın koptuğu an. Tam da yer yarılsa da içine girsem diye düşündüğüm anda bir başka ses, o her zaman dingin ve sevecen olan ses patlıyor.
          - Sen ne anlarsın zaten! Sen kimin cevher olduğunu ne bilirsin!
          Gürleyen bu ses Levent öğretmenimin sesi…
          Hızla öğretmenler odasından çıkan Nazik Hanım’ın yerinde olmak istemezdim doğrusu.


          Okul yönetimince konulmuş bir kural var mıydı bilmiyorum ama okul binasının ada yönündeki (doğu) bahçesini yalnızca erkek öğrenciler kullanırdı. Kent merkezi yönündeki (batı) bahçesi ise birlikte kullanılırdı. Burada alçak bahçe duvarı ve üzerinde doğu bahçesinde olmayan demir parmaklık vardı. Bu parmaklıkların dışında, kaldırımda her zaman “Çekirdekçi İsmail Abi”miz dört bisiklet tekerleğinin üzerine yapılmış, camekânlı arabası dururdu. Kuru yemişlerin yanında simit, ayçöreği ve özellikle çok sevdiğim poğaçalar bulunurdu.

          1899’da Mekteb-i İdadi olarak yapılmış bu yapının mimari güzelliğinin de ötesinde bir değeri vardır. Mustafa Kemal’in harf devrimini belki de başlattığı, bahçesinde kara tahta başında yeni harfleri öğrettiği yer bu yapıdır. 15 Eylül 1928 yılında arabacı Bekir Ağa’ya yeni harfleri öğrettiği yerdir.1972 yılına kadar Lise olarak görev yapan yapıda ne anılar, ne aşklar, ne dostluklar saklanmaktadır.  Bugün yaz sıcağından koruyan ağaçlarının altında oturan orta yaş üzeri insanları buraya çeken biraz da altında oturdukları bu ağaçların hafif esen yele anlattıkları ilk gençlik anılarıdır.

 

BÖLÜM-12 ÜÇ TUR YİRMİBEŞ

          Günümüzde de her çocuğun istemi olan bisiklet, yetmişli yıllarda yalnızca varsıların ulaşabildiği bir araçtı. Çocukların, Sinop’ta bisiklete binme zevkini tadabildikleri tek yer vardı. Futbol alanı. Günümüzde üzerinde müze ve yeni Hükümet Konağı olan alan geçmişte Futbol alanıydı. Bu tozlu alanda ise küçük, büyük ve üç tekerlekli bisikletlerini kuzey yönündeki türbenin gölgesinde barındıran “Bisikletçi Cihat” bulunurdu.

          Cihat, sabahtan dizdiği bisikletlerinin başında mevsim yazsa gece geç saatlere kadar müşteri beklerdi. Bir yandan, günümüzde olsa belki kimsenin binmek istemeyeceği kadar hurdalaşmış bisikletlerini onarır, diğer yandan “üç turu yirmi beş”e bisikletleri kiraya verirdi. Karışıklığa getirip turu dörtlediğimizi gerçekten fark etmez miydi, yoksa fark etmemişliğe mi verirdi bilmem ama bu kaçamak fazla turların başka bir hazzı olurdu. Zaten kara olan derisi yağdan daha da kararmış olan bu adamın kızdığını görmezdik.
Küçük oldukları ya da kullanmasını bilmedikleri için iki tekerlekli bisiklete binemeyecek durumda olan çocuklar, üç tekerlekli bisiklete binerlerdi.

          Biraz daha büyük olanların tercihi iki tekerleklilerdir. Gerçekte her çocuğun istemi iki tekerlekli bisiklettir ya… Rüzgârı yüzünde duyumsayıp, arkasında bir toz bulutu oluşturarak pedal basmanın hazzını hangi çocuk istemez…

          Parası olmadığı için bisiklete binemeyen, belki de yalnızca bayramlarda binebilme olanağı bulan yoksul çocuklar da vardı. İşte bu çocuklar, bisiklet tutkularını, yeni öğrenenlerin yardıma koşarak gösterirlerdi. Biskleti tutarak yeni öğrenenin binmesini sağlamak, sonra da bisikleti tutarak koşmak onların bisiklet tutkularının sonucuydu.

          Bisiklet bir kişilik olma simgesidir. Kendi gücüne ve yeteneğine güvendir. Cakadır, alan kenarından geçmekte olan kızlara…

          Sinop’ta bugün yaşları altmışın üzerinde olanların çok büyük çoğunluğu bisiklete binmeyi burada, Cihat’ın bisikletlerinde öğrenmiştir. Acemilerin, arkasından koşan bisiklet tutkununa karşın özellikle dönüş yapamayarak düşmesi, zaten birer hurda sayılabilecek bisikletlerin sık sık bozulmasına neden olurdu.

 

BÖLÜM-13 AYKIRI SİNOP

           “o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler”           Yaşar Kemal

          Sinop’un politik tavrı genelde merkeze aykırı olmuştur. Bunun sosyolojik nedenleri vardır elbette ama benim düşüncem Diyojen’e “Gölge etme, başka ihsan istemem” dedirten özgürleşme yaklaşımının egemenliğinin sürdürülmesinden olduğudur.

          Özellikle 1950 Demokrat Parti iktidarıyla başlayan süreçte, Sinop hep cezalıdır. Sinop’un tutucu  Güney ilçeleri (Boyabat, Durağan) elektrik, yol gibi alt yapı olanaklarını, merkeze ve kıyı ilçelerine göre yaklaşık 20 yıl önce sağlamışlardır. 2000’li yılların ikinci onunda olmamıza karşın hala yol sorunu tümüyle çözülmemiş bir ildir Sinop.

          Siyasal iktidarlar Sinop’u unuttukça, Sinop da giderek muhalifleşmiştir. Bu muhalif esinti Sinop’un özellikle 12 Eylül dönemimde büyük acılar çekmesine neden olmuştur.

          Sosyalist gençlik hareketlerinin hayli gelişkin olduğu kıyı yerleşimlerinde, halk sosyalist gençlere büyük sempati duyardı.  Devrimciler, kapısını çaldıkları her on evden sekizinden destek görebilirlerdi.

          Özellikle 1960 sonrası, demokrasi hareketinin öncülüğünü öğretmenlerin örgütlü hareketinin yaptığı bir gerçekliktir. Sinop’ta da bu böyle olmuştur. Bu nedenledir ki en büyük acıları da buradaki öğretmenler çekmişlerdir.

          Yurdumuzdaki ilk kitlesel dinci- faşist saldırı, Boyabat’ta TÖS’e (Türkiye Öğretmenler Sendikası) karşı yapılmıştır. Aralık 1969’da yapılan TÖS Boykotuna katılan öğretmenlere karşı bir saldırı gerçekleştirildi. Önce Lise binasına yüründü. Binaya yapılan saldırıya öğretmenleriyle birlikte öğrenciler karşı koydu. Lise müdürü okuldan ve ilçeden kaçırılarak kurtarıldı. Daha sonra Boyabat TÖS lokalinde bulunan öğretmenlere saldırıldı.

          Burada bir öğretmenden özellikle söz etmek istiyorum. 07 Ekim 2008 tarihinde yitirdiğimiz, Köy Enstitülü öğretmen Ali Şarapçı’dan.

          Ali Şarapçı ile TuranDursun’u birlikte anmak gerekir. Öncelikle AliŞarapçı ile TuranDursun’un ilk karşılaşmalarını Tufan Bilgili’nin Sinop Pusulası gazetesinden okuyalım:

            "Ankara’nın üzerinden son bahar güneşi sıyrılıp giderken Beş Evlerdeki otogara akşam ayazı binmekteydi. Orta yaşlı, orta boylu, buğday tenli, saçları kırlaşmış alnı açık güleç yüzlü, düşünceli adam yazıhanelerin önündeki kalabalıkları yararak ilerledi. Otogarın sonunda, köşedeki tuvaletin önünde, kapının kenarında durdu. Eğildi. Paçalarını sıvayıp arı kovanı gibi işleyen tuvalet koridorundan kendisine boş kabin bakarak ilerledi. Az sonra telaş ile çıktı. Bir yandan mendiliyle kurulanırken cebinden çıkarttığı bozuk parayı tuvaletçiye uzattı.  Paçalarını indirdi. Süzer Yazıhanesi’ne doğru seri adımlarla yürüdü. Samsun arabası yazıhanenin önünde duruyordu. Ve henüz boştu. Yazıhaneye girdi. Oturacak yer bakarken görevli 21. 00 Samsun yolcuları kalmasın’ diye yazıhanenin içinde ünlenirken, bankın arkasındaki bir başka görevli  de mikrofona uzanıp yolcuları otobüse davet etti. Kenarda duran küçük bavulunu alıp o da otobüsteki yerini almak için dışarı çıktı.
               Bagajını ilk verenlerdendi. Düşünceli çehre ile otobüse bindi. On altı numarayı buldu, pencere kenarındaki koltuğa oturdu.  Gözleri camdan dışarıda, aklı başka yerde dışarıyı seyre daldı. Otobüsün hareket ettiğinin ayırtına varınca nefesini koyuverdi. ‘İyi yanımdaki koltuk boş, rahat yolculuk yaparım’ diye düşünürken biri hareket halindeki arabanın önüne atladı. El kol hareketleri ile arabayı durdurdu. Arabanın otomatik kapısı açıldı. Elinde bont çantası olan, kısaya yakın orta boylu adam numaralara bakarak koridorda ilerledi. 16 numaranın önünde durdu. Paltosunu çıkarıp koltuğun üstündeki rafa koyarken otobüs de otogardan çıkmak üzereydi. Araba Konya Yolu’na çıkarken yeni gelen adam, oturana; “Benim yerim cam kenarı, ama boş ver.” Dedi. Oturan kalkmak için hamle edince yeni gelen. Önemli değil, değince tekrar yerleşti. Yeni gelen de koridor tarafına oturup, yanındakine:
             -İyi Akşamlar. Benim adım Ali, dedi. Cam kenarındaki:
              -İyi akşamlar, iyi yolculuklar. Ali:
             -Yolculuk nereye?
             -” İşte korktuğum başıma geldi! Geveze adam. Şimdi uğraş dur! Nasıl atlatmalı?” Düşünürken, sesli olarak:
-Samsun’a.
             -Samsunlu musun?
             -Hayır… Sorularına yanıt alamayan Ali, yol arkadaşının ketumluğunu sezdi. Hal bu ki o sohbet ederek on iki saati bulacak yolculuğu biraz olsun kısaltmak niyetindeydi. Ama komşusunun tavrından hiç o taraklarda bezinin olmadığı anlaşılıyordu. Adam sanki bir şeylerden kaçıyordu. Ali Bey, ‘na’palım bu sefer de böyle olsun’ diye düşünüp, koltuğunu hafif yatırdı. Cebinden çıkarttığı Cumhuriyet gazetesini açıtı, tepe lambasının kör ışığında okumaya çalıştı.
             Cam kenarındaki adam çoğunlukla dışarı, karanlığa bakıyor, mütemadiyen kafasındaki sorulara cevap arıyordu. Arabanın iç lambaları tümden sönünce cam kenarındaki adam, komşusunun artık kendisini rahatsız edemeyeceğini düşünerek nefesini saldı. Koltuğunu o da geri yasladı, hafif cam kenarına döndü…
             “Bu kış arifesinde, bu yolculuk! Hadi kendi neyse… Bir de çoluk çocuk…
               Bilinmedik yerler. Sahi hiç Karadeniz’e gitmemişti. İstanbul’da denizi görmüştü de. Karadeniz? Lazlar?... Gitmese miydi? Ne yapardı? Nasıl yaşardı? Çare yok gidecekti. O da gidiyordu. Gittiği yerde na’pacaktı? Karakterinden taviz vermeyi düşünemezdi. O zaman! Orada da benzerleriyle karşılaşırsa… Acımak! Acırsan, acınacak duruma düşersin. O zaman?!... O da kararlı olacak. Kaderdekinden başkası çekilmez… Haydi bakalım, el mi yaman…”
               Ali Bey’in mola yerlerindeki komşusunu konuşturma çabaları da beyhudeydi. Adam başka âlemlerde… Sabah altı sularında, hava henüz aydınlanmadan Samsun’a indiler.
             Acar Otobüs firmasının yazıhanesinin bankosundan görevlinin kestiği bileti alıp, dinlenme salonunun koltuklarına yönelen Ali Bey, kapıdan giren yol arkadaşını gördü. Başı ile selamladı. Yol arkadaşı selamı belli belirsiz alıp, bankoya yöneldi. Biletini alıp bu kez Ali Bey’in koltuğunun yanındaki koltuğa oturdu. Ali Bey:
          -Sinop’a mı?
         -Evet.
          -Kaç numara?
         -23, sizin?
        -22.. Gene birlikte desenize…
        -İsminizi unuttum…
        - (Söylememiştim ki) Turan…
         -07.30’a da epey zaman var. Buranın tavuk suyu çorbası iyi olur. İsterseniz şurada birer çorba içelim.
         -Teşekkürler. Koltukta biraz gözlerimi dinlendireceğim. Siz buyurun…
           Bunu hak edecek ne yapmıştı ki!... Yaptıkları o kadar mı fenaydı… bu sıkıntılara katlanmak zorunda kalıyordu. Ama Molla Macit demişti. “Bunu yanına bırakmam”! Mehmet Bey’in oğlunun tehditleri o zaman da ciddiydi. Ama buraya varacağını düşünmemişti. Ya Ahmet Hoca! Düşününce epey can yaktığını hatırladı. Hal bu ki o zaman teker, teker hiç de öyle korkutucu görünmüyordu. Ama şimdi… Hiç bilmediği yerlere doğru savruluyordu. Beş parasız. Bir an gözlerini kapadı. Sonsuzluğa kayıyormuş hissiyle sıçradı. İki çocuğuyla bıraktığı eşini düşündü. Hele oğlu küçük Abit.  Eşi yalnız ne yapıyordur? O’na bir şey yaparlar mı ki?! Ama oğlu Abit var. Altı yaşında. Delikanlı! Anasını korur o! Olayların buralara geleceği ara ara hatırına gelirdi de…. Şimdi olsa yapar mıydı? Yapması gerekirdi…
          Samsun Sinop arasındaki yaklaşık dört buçuk saatlik sürede de Ali Bey, Turan Bey’i konuşturamadı. Yarı uyur, yarı uyanık yolculuklarını sürdürdüler. Ali Bey Kanlıçay’daki moladan sonra uykuya daldı. Turan’da zorunlu sohbetten böylece bir kez daha kurtulmuş oldu. Ama şimdi de otobüsün tükettiği bozuk yollar, çık çık bitmeyen rampalar, baş döndürücü virajlar, korkunç uçurumlar Turhan’ı tedirgin ediyordu.
      Demirci Köyü sırtlarından Sinop göründüğünde Turan soran gözlerle denize doğru sokulmuş, ters dönmüş gemiyi anımsatan Ada’ya bakarken Ali Bey uyandı. Turan’ın gözlerindeki soruyu anlayıp:
        -Evet, Sinop orası, dedi. Turan:
        -Türkeli’ye araba bulunur mu? Deyince. Ali:
         -Türkeli’ye mi gideceksiniz?
         -Evet.
         -Biraz zor gidersiniz. Bir gün Sinop’ta yatmanız gerekecek!
          -Demeyin!
        - Şaka yaptım. Da… Bir başka kötü haberim olacak size…
         -???
        -Türkeli’ye kadar da benimle yolculuk yapacaksınız. Ben de Türkeli yolcusuyum.
         İki orta yaşlı adam birbirlerini bakıp gülüştüler. Turan için artık kaçış yoktu. Öğlen üzeri bindikleri arabada hem birbirleri hem Türkeli hakkında epey sohbet ettiler.
         Türkeli, Gemiyanı İlkokulu öğretmeni Ali Şarapçı Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile ilgili araştırma için gittiği Ankara’dan yeni ilçe olan Türkeli’ye ilk müftüsünü götürüyordu.
       Ancak bilinenlerden farklı bir müftüydü bu... Görevini savsaklayan 15 tane çoğunluğu zengin imamın görevine son veren, görevi olmadığı halde çalıştığı Sivas'ın köylerini ağaçlandıran, müftülük lojmanı yapmak yerine hastane yaptıran, imamları toplu halde sinemaya götüren, kurslar açarak imamlara konferans veren, imamlara grup çalışmalarını öğreten, Milli Eğitim' ile işbirliği yaparak imamlara diploma sağlamaya çalışan farklı bir müftü."

          Ali Şarapçı 1967 yılına kadar Türkeli İlçesinde çalışmaktadır. Burada müftü olarak bulunan Turan Dursun, bir söyleşisinde kendisinden şöyle söz eder.

          ”Sinop'un Türkeli ilçesine sürgün edildiğimde, kentin dışında yıkık dökük bir kulübe tutmuştum. Ali Şarapçı diye bir öğretmenle karısı bana çok yardım etmişti. Ona da komünist diyorlardı. Ben de "keşke komünist olmasaymış, ne iyi adammış" diye düşünüyordum. Komünizmi kaynağından öğrenmeye karar verdim. Ali Şarapçı'ya "Şu komünist kitaplardan getirsen de okusam" dedim. Bilmediklerimi gidip soruyorum…”

          İşte, tüm Türkiye’nin tanıdığı Turan Dursun’u Turan Dursun yapan kişi, bu Köy Enstitülü Ali Şarapçı, 1967’de Boyabat’a atanır. Daha sonra da yeni açılan Atatürk İlkokulu Müdürlüğü görevine gelir.

          Göreve geldiğinde okulun bahçe duvarı yoktur. Duvarın devletçe yapılmasını beklemek gibi bir lüksü de yoktur onun. Görevdeki ilk yaz tatilinde malasını ve küreğini eline alan bu yiğit TÖS’lü, okul açılmadan bahçe duvarını örer ve bitirir. Ödülü ise sudan gerekçelerle Durağan’ın bir köyüne sürgün edilmesi olur.

          12 Eylül paşalarının ilk açtıkları öğretmen evinin Sinop’ta olması nedensiz değildir. Sinop içinde ve dışında çalışan binlerce Sinoplu öğretmen sürgün edilmiş, yüzlercesi gözaltında işkencelerden geçirilmiştir. Bu kara ayıbı örtecek bir şal olarak planlanmıştır, Sinop Öğretmenevi…


Ali Şarapçı

          1970’ler de bir mahrumiyet bölgesidir Sinop. Ankara böyle görür ve bazı kamu çalışanlarını Sinop’a sürer. Bunlardan biri de Zübeyde Seven’dir. Bildiğimiz şair, yazar Zübeyde Seven Turan. O zamanlar “Turan” soyadı yoktur daha. Kargı’da Mal Müdürü iken Sinop’a sürgün edilmiştir.

          Zübeyde, bu yazıyı yazmayı tasarladığımda e-posta ile Sinop’ta geçen bir anısını göndermişti bana:

          "Bir öneri, Sinop bana hep şunu düşündürtmüştür; dünüyle bugünü barışık bir kent! Ya da güleç yüzlü bir kenttir bol yağmurunu ve bulutunu görmezden gelebilirsen. Al sana bir anı; "Sinop'a sürgün gittiğim yılın ilk kışıydı. Üniversiteden derslerim var, arada bir Ankara'ya kaçıyorum. 12 Eylül'ün kıran günleri. Kıyımların, savrulmaların gölgesinde direncim kırılmış olmalı. Bir ay uyumadım. Depresyondayım tam olarak. Sınav dönemim yaklaştı. İznim yok. Ne yana baksam kara! Hem rapor almam gerekli Ankara'ya gidebilmek için. Hem de beni uyutmalı doktor.


Zübeyde Seven Turan

Hastaneye gittim. Sağlıkçı dostlar Psikiyatriye geldiğimden araya giremiyorlar. Bir gün bile rapor vermezmiş kimseye. Çantamı onlara bırakıp girdim içeriye. Sedyeye tutunuyorum. İzmirli bir bey doktor. Sorularını yanıtladım. Bir aydır uyumadığımı söyledim. Elindekileri bırakıp bana uzun uzun baktı; "Şöyle bir hafta bu kentten çıksam iyileşirim, diye geçiyor mu içinden? diye sordu. "Evet" deyince bana on beş gün rapor verdi. Bana bir hafta yeter dedimse de dinletemedim. Başını kaldırıp yeniden bana baktı;"Ah! bu soruyu bir de bana soran olsa!"dedi.

          Kendi kullandığı dozda ilaçlar verdi bana. Ertesi sabah yere serildim. (Bu arada Aralık ya da ocak ayı olmalı)
          Farklı iklimden gelenlerdeki ilk kışların etkisi diyelim buna!"

          Zübeyde, uzun yıllar kalır Sinop’ta. Hatta Sinoplu olur sonunda. Sinoplu bir eş seçer kendine. İkinci soyadı olarak “Turan”ı ekler adına. Artık o da Sinopludur. Şimdilerde yaşamını yerleştiği İzmir’de sürdürse de…

          Sinop’un aykırılarından Diyojen’den sonra belki de en ünlüsü, Sinop’ta Cumhuriyet Savcılığı yapan Berin Taşan’dır. Şairliği mi, yazarlığımı daha baskındır; yoksa hukuk anlayışı mı bilemem. O da yaşamının kalan yıllarını İzmir’de sürdürmekte, Zübeyde ve ben gibi…… Karşıyaka’da baharları çok güzel kokular yayan ağaçların iki yana dizili olduğu sokağına onun adı verilmiştir: Berin Taşan Sokağı.

          Ne yazık ki Sinop’ta “Berin Taşan” adını taşıyan bir yere rastlayamadım.


Berin Taşan

          Berin Taşan’ın kişiliğini anlatmak yerine onun “Bir Tanığım Kalsın” adlı kitabından bir olayı almayı yeğledim.

          1969 Temmuzunda Deniz Harp Okulu öğrencileri Savarona gemisiyle üç muhribin eşliğinde Sinop'a geldi. Böyle günlerde yolcu iskelesi kilitlenir, kale önü parkında yer bulunmaz. Âşıklar Caddesi trafiğe kapatılır.

          O aksam müzik seminerine katılan öğretmenlerin spor salonunda konserleri vardı. İl savcısı olarak konsere ben de davetliydim. Eşimle salona girdiğimde ön sırada vali, Radar Üs Komutanı Amerikalı albayla yan yana oturuyordu. Bir yanında da belediye başkanı, il Jandarma Komutanı. Daha rahat olabilmek için ayrılan ön sıraya değil de eşimle birlikte orta sıralara oturduk. Konsere büyük bir ilgi vardı. Bir kısım seyirci ayakta izliyordu.

          Orkestrayı ünlü müzisyen Muammer Sun yönetiyordu. Büyük bir beğeni toplayan konser, izleyenlerin coşkulu alkışlarıyla bitti.

          Salon iki bölümden oluşuyordu, bir bölümün yarısına yakını Deniz Harp Okulu öğrencileri tarafından doldurulmuş. Konserin bitiminde üç Deniz Harp Okulu öğrencisi, üzerinde "Tam bağımsız Türkiye özlemiyle, Deniz Harp Okulu birinci sınıftan sevgilerle" yazılı büyük bir çiçek demetini orkestra şefi Muammer Sun'a verdi. Muaammer Sun çiçekleri alıp üzerideki yazıyı okur okumaz Deniz Harp Okulu öğrencilerinin bulunduğu bolümden bir alkış tufanı koptu. Muammer Sun'un teşekkür konuşması alkışlarla kesildi. Sinoplu seyirciler, önce bir duraksadı, sonra onlar da alkışa katıldı. Öğrenciler alkış arasında "Bağımsız Türkiye" diye bağırıyorlardı.

          O anda ön sıradaki vali, Filo Komutanı ve Radar Üs Komutanına baktım. Önce alkışları bir tepki göstermeden izlemişlerdi, ama öğrenciler "Bağımsız Türkiye" diye bağırmaya başlayınca birbirlerine bakındılar, yüzlerinde bir hoşnutsuzluk, bir tedirginlik belirdi. Öğrenciler "Bağımsız Türkiye" diye bağırıyor, halk da alkışlarla onlara eslik ediyordu. Konser bittiği halde yerinden kalkan yoktu. Vali ve yanındakiler atılan sloganlardan rahatsız oldukları halde halkın ve öğrencilerin alkışları devam ederken salonu terk etmeyi uygun görmediler, alkışların bitmesini beklediler.

 

          1960 Devriminin demokratik ortamından yararlanarak Türkiye’de kurulan düzeni değiştirmek isteyen gençler kendilerine "Tam Bağımsız Demokratik Türkiye" sloganını seçmişlerdi. Önce üniversite içinde başlayan eylemler, giderek meydanlara taşıyordu. Gençler ve aydın kesim Türkiye’deki Amerikan üslerini "Bağımsız Türkiye”nin önündeki en büyük engel olarak görüyordu. Deniz Harp Okulu öğrencilerini böylesine alkışlı sloganlarla bir protestoya iten neden belki de Sinop Amerikan Radar Us Komutanı albayın Devletin valisi yanında yer almasıydı.

          Yıllar sonra bir anı kitabında gördüğüm 2 Kasım 1968 günlü "Deniz Harp Okulu Subay Taburu" imzasıyla dağıtılan bildiri o gün Deniz Harp Okulu Filo Komutanının yüzündeki tedirginliğin nedenini çözmüştü.

          Bildiri "Yiğit Halkım" diye başlıyordu:
          "Yiğit Halkım, senden yana olanları bir bir öldürmeye başladılar. Önce Vedat’ı öldürdüler alacakaranlıkta, "Bağımsız Türkiye" demişti Vedat. Sonra Mehmet'i vurdular, sonra Taylan'ı. 'Türk halkı ezilmekten kurtulsun' demişti Mehmet'le Taylan. Sonra bir gece başka Mehmet, sonra bir gece yiğit Battal. Sandılar ki durdururuz, ihanet barikatlarıyla bu coşkun seli. Sandılar ki söndürürüz salyalarımızla yanan ateşi. Oysa söner miydi bu kızgın ateş? Durur muydu Milli Kurtuluş Savaşımız? (Süleyman Dinçer, Çitlembik Kayayı Çatlattı. say.236.İzmir,2002

          Ertesi gün Sinop Valiliğinden "Cumhuriyet Savcılığına" yazılı "acele ve gizli" baslıklı bir yazı aldım. Sinop Spor Salonundaki olay özetlenerek "Bağımsız Türkiye" diye çiçek sunan ve slogan atan Deniz Harp Okulu öğrencileri hakkında suç duyurusunda bulunuyordu.

          Ayni gün Sinop Valiliğine, "Bağımsız Türkiye, yalnız Deniz Harp Okulu öğrencilerinin değil, bütün Türk gençliğinin özlemidir. Bu nedenle olayda bir suç unsuru görülmemiştir" seklinde yanıt verdim.

          Konser 17 Temmuz 1969 cumartesi gecesi verilmişti, 18 Temmuz Pazar günü Deniz Harp Okulu öğrencilerinin Sinop'tan başlayıp Rize'ye kadar uzanacak olan "Karadeniz Tatbikatı" iptal edilmiş. Üç muhripten oluşan filo Savarona gemisiyle pazar günü Sinop'tan ayrıldı. Telsizle gemi komutanına acele Gölcük’e dönülmesi emri verilmiş. 
          Bir ay sonra Milliyet'te şöyle bir haber okudum:

          "DENİZ HARP OKULU ÖĞRENCİLERİNDEN ÜÇÜ HAPSE MAHKÛM OLDU.

          Ankara Özel. 19 Temmuz Cumartesi gecesi Sinop'ta düzenlenen 'Müzik Öğretmenleri Semineri'ne katılan öğretmenlerin kapalı spor salonunda verdikleri konserde 'Bağımsız Türkiye' diye bağırdıkları ve bu arada sanatçılara üzerinde 'Tam bağımsız Türkiye’nin özlemiyle. Deniz Harp Okulu birinci sınıftan sevgilerle' yazılı bir buket verdikleri gerekçesiyle Gölcük Askeri Mahkemesinde yargılanan Hasan Çetin, Mehmet Özeke ve Cuma Ali adlarındaki öğrenciler çeşitli cezalara çarptırılmışlardır."

(Milliyet, 20 Ağustos 1969)

 

BÖLÜM-14 SEHER'İN ÖYKÜSÜ

           12 Mart sürecinde yaşanmış bir öykü de Sinop Öğretmen Okulundan anlatalım. Hazin bir öykü bu. Seher Yalçınkaya adlı bir öğrencinin öyküsü.

Türkiye tarihini bırakalım bir yana Osmanlı tarihi bile darbeler tarihidir neredeyse. Darbelerin niteliği değişmiştir yalnızca.

8-9 Mart 1971 günü yapılmak istenen sol darbe savuşturulunca – ya da Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un dönekliğiyle boşa çıkarılınca- ortalık Amerikancılara kalmıştı. Onlar da gereğini hemen yerine getirdiler. 12 Mart günü verilen muhtıra sonucu, mecliste çoğunluğu olmasına karşın Süleyman Demirel başbakanlıktan istifa ettirildi. Tarihimizde Demirel’in “şapkasını alıp gitmesi” olarak geçen birinci olaydır bu. Sonrasında birçok kez yinelenecek bir olay.

            Ara rejimin, kara rejim hükümeti “Reform Hükümeti” adıyla yaldızlanarak kurduruldu 26 Mart 1971 tarihinde Nihat Erim’e. Hükümet kurulur kurulmaz başladı baskılar. Muhtıralı darbenin gerekçesi “toplumsal gelişme, ekonomik gelişmenin önüne geçti” saptamasıydı ya, öyleyse; ekonomik gelişme yükseltilemeyeceğine göre, toplumsal gelişme engellenmeliydi. Düşünen ne kadar ilerici varsa çil yavrusu gibi dağıtılmalıydı. Yurdun her yanında. Ziverbey Köşküne çevrilen yerlerde en ağır işkencelerden geçirilmeliydi.

          Bu durumdan nasibini alanların başında da her zamanki gibi halkının yanında olan öğretmenler ve onların örgütü TÖS gelecekti. Sinop’un sevgi dolu, barışçıl ve çağdaş halkıyla tümleşen, gerçekte zaten onun bağrından çıkmış öğretmenleri üzerinde kıyım harekâtı başlatıldı. Dönemin Sinop Valisi, Emniyet Müdürü, Milli Eğitim Müdürü Lütfullah Okyay ve Öğretmen Okulu Müdürü İsmet Karan, bu kara döneme birer kara ad olarak girmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya başladılar.

İlk ağızda, Öğretmen Okulu’nun yurtsever öğretmenleri Mustafa Atasoy, Avni Bayrak, Nevzat Çetinbaş; Doğu ve Güneydoğunun çeşitli illerine sürgün edildiler.

Okulun bu sevilen öğretmenlerinin sürgün edilmesine öğrenciler tepki gösterirler. 14 Nisan 1971 günü okulun yatakhanesinde bir grup öğrenci gösteriye başlarlar. Bir süre sonra gösteriye katılanların artması sonucu gösteri koridorlara taşar.

Okul Müdürü, öğrencileri yatıştırmak yerine tahrik edici davranışlarda bulunur. Onlara; “Siz, komünistsiniz, Lenincisiniz, Vatan hainisiniz” gibi sözcüklerin bulunduğu konuşma yapar. Tehdit eder.

Vali okula gelir. Okul Müdürü ile birlikte bakanlık için rapor hazırlarlar ve okulun kapatılmasını isterler. Bakanlık okulun üç gün kapatıldığını telgrafla bildirir.

Okul Müdürü, Vali, Emniyet Müdürlüğü olayın üzerine sert biçimde gider. Öğrenciler zorla bahçeye çıkarılır. Nisan ortalarının o ünlü soğuk günlerinden biridir. Üstelikte puslu ve çisil çisil yağan bir yağmur sürmektedir. Polis okulun bahçesindeki kimi pijamalı öğrencileri kuşatmıştır. Okulun kapalı bölümlerine girmelerine izin vermez.

Artık ok yaydan çıkmıştır. Bakanlığın okulu kapatma kararına karşı, öğrenciler boykot kararı alırlar. Üç gün sürecek eylem başlamıştır.

Vali, Okul Müdürü, Emniyet üçgeni öğrencilerin okulu terk etmesi için baskı yaparlar.

Olayları duyan halk tedirgindir. TÖS Sinop şubesinden öğretmenlerin arabuluculuk yapmalarına izin verilmez. Hatta öğrencilerin yatakhane ve yemekhane bölümlerine girmelerine izin verilmesi istemi bile geri çevrilir. Oysa yatılı okullarda okulun kapanması, derslere ara verilmesi anlamına gelir. Hiçbir biçimde, gidebilecekleri yerleri olmayan öğrencilerin sokağa atılması anlamına gelmez. Gel gör ki; yöneticiler bir intikam duygusu içerisinde davranmaktadırlar.

Savcılığa olayın duyurulması üzerine Savcı Berin Taşan, emniyet müdürünü telefonla arar. Bu bölümü Berin Taşan’dan alıntılayalım:
“Emniyet Müdürünü arayıp olayı sordum; aramızda şöyle bir konuşma oldu.:
-Bakanlık emriyle okul kapatıldı. Vali bey okula girişi çıkışı yasakladı, öğrenciler bahçede gözaltında.
-Yatılı bir okulun yemekhanesi, yatakhanesi kapatılamaz. Üstelik burası yatılı bir kız öğretmen okulu, bahçedeki öğrencileri içeri alın.
-Vali Bey’in emri var, içeri alamam.
-Bakanlığın kararı eğitimle ilgilidir. Yatakhane, yemekhane kapatılamaz. Yasaya aykırı emri yerine getirirsen sorumlu olursun. Derhal öğrencileri içeri alın, aksi halde hakkınızda soruşturma açacağım.
Emniyet Müdürü eklemeler yaparak söylediklerimi hemen Valiye aktarmış. O da İçişleri Bakanlığına yıldırım telgraf çekiyor. Telefon konuşmasından sonra öğrenciler içeri alınmış.”
Berin Taşan Bir Tanığım Kalsın S. 244-245

Okul yönetimi önder olarak saptadığı öğrencilerin velilerini çocuklarını okuldan almaları için okula çağırır.

Velisi çağırılan öğrencilerden biri de Seher Yalçınkaya’dır. Okul yönetimi Seher’i elebaşı olarak görmektedir. Bu nedenle Seher’in babası da çağırılanlar arasındadır.

Seher’in babasının okula gelişinden sonraki gelişmelerle ilgili bir çok kaynak taradım. Seher’in arkadaşlarıyla konuştum. Kaynakların –ki aralarında dönemin savcısı Berin Taşan ve Yazar Oktay Akbal’ın yazdıkları ile gazetelerde çıkan yazılar var- ve Seher’in okul arkadaşlarının –biri dışında- anlatımları birbirini tutuyor. Bir arkadaşının anlatımı ise farklı. Ben önce kaynak ve arkadaşlarının ortaklaştıklarını anlatacağım. Sonra da farklı anlatımı belirteceğim.

Seher’in babası okulun bahçe kapısına geldiğinde, görevli onun kızıyla ve arkadaşlarıyla görüşmesine olanak tanımadan doğrudan Okul Müdürüne götürür. Okul müdürü yazılı kaynaklara göre babaya; “kızının; okuldaki komünist öğretmenlerin etkiyle komünist olduğunu, okulda elebaşılık yaptığını, idareye karşı arkadaşlarını eyleme sürüklediğini” söyler.

Seher’in okul arkadaşlarından biri ise bana; bu sözlerin yanı sıra Müdürün babaya “kızının erkelerle dolaştığını” da söz ederek namus konusunu ima ettiğini söyledi.

           Taşköprü gibi her zaman tutucu olmuş bir çevrede yetişmiş bir babanın bu sözleri sağlıkla yorumlamasını beklemek zaten olanaksızdır. Baba, kafasının içinde her biri davul sesi çıkaran “komünist”, “elebaşı”, “eylem”, “erkeklerle dolaşmak” gibi sözlerin esrikliğiyle gelir kızının yanına. Gördüğü anda da çakar tokatı..

           Farklı anlatımdaki tanık ise; Seher’in babasının okula geldiğinde doğrudan Seher’in yanına gelmek istediğini, Seher’in; babasını uzaktan gördüğünü, görür görmez de koşarak kayalıklara gittiğini söyledi.

Yaptıklarının güzelliğine inanmış 19 yaşındaki bir genç kız,. arkadaşlarının yanında babası tarafından bu aşağılanışı nasıl kaldırsın? Koşarak uzaklaşır babasından ve arkadaşlarından. Yönü deniz yönüdür. Yatakhane binasını geçer ve o karayı denize bağlayan dik kayalıktan aşağı atıverir kendini. Sonrası bir genç kızın yaşamının sonudur.

Bu olay sırasında okuldan 21 öğrenci uzaklaştırılmış, bunlardan 19’u ile ilgili karar bozulmuş, ikisi onaylanmıştır. Haklarında “okuldan uzaklaştırma” kararı bulunanlar ancak sınav döneminde okula dönebilmişler ve tümü okulu bitirmiştir.



YANSIMALAR:
Bu yazı internette yayınlandıktan sonra çeşitli yerlerden yansımalar aldı. İşte o yansımalardan bazıları:

AYSEL KUZUBAŞ: (Dönemin Sinop Öğretmen Okulu öğrencisi)
Boykotun öncesi ve sonrasını yaşayan biri olarak, bildiklerim ve yaşadıklarımız konusunda, bilgilerimi paylaşmaya hazırım.
Okuduğum metinde eksikler var. Örneğin: okul bakanlıkça kapatıldıktan sonra yapılmadı eylem. Eylem yapıldığı ve öğrencileri yıldırmayı başaramadıkları için okulu kapatma kararı alarak, yakından uzağa (Sinop'un köyleri ,merkez, ilçeleri ve ardından çevre illerdeki) velileri okula çağırarak okulu boşalttılar.
Veliler aracılığı ile öğrencilerin sürülen öğretmenlerin (bizi teşvik ettiler şeklinde) isimlerini vermeleri istenmiştir.
Benim de velim geldi okula. (doğrudan okul Müdürü ile görüştürülmüş diğer veliler gibi) Müdürün yanından ayrıldıktan sonra benimle görüştü ve dedi ki: “Bak Aysel bizi boykota MUSTAFA ATASOY teşvik etti şeklinde ifade verirsen, okuldan atılmıyorsun, hayır diyorsan valizini hazırla okuldan kovuldun” diyor. Valizimin hazır olduğunu, asla öğretmenlerimin ismini vermeyeceğimi, söyledikten sonra ekledim: ”Ne kadar safsın, hem isim alır, hem de okuldan atar onlar” dedim velime. Okulu terk ettim. Ceza alanların sayısı eksik sayın ALTAY, 60 Öğrenci (ÖĞRETMEN OLAMAZ KAYDIYLA) okuldan atıldı, 9 öğrenci (DEVLET MEMURU OLAMAZ KAYDIYLA) kovulma ile cezalandırıldı.
Ben 60 kişi arasındaydım. İl disiplinden döndük ancak mezun edilmedik, bir yıl sonra diploma alabildik. Alt sınıflardan sürgün edilenler oldu. Olaydan sonra baskılar yoğunlaştı.
Seher, yüreğimde yaradır. Yürekli, namuslu, mert, bir o kadar da sevgi doluydu benim güzel arkadaşım. Olay yaşanırken Seher'in yanında olan arkadaşlarım var. Baba Okul Müdürünün yanından çıkıp SEHER'i dövüyor. Yanlarından fırlayıp falezlerden atlıyor SEHER.



AVNİ BAYRAK: (Sürgün edilen öğretmenlerden biri)

Sayın Ayhan Altay, Olayları derli toplu çok güzel anlatmışsınız. Hüseyin Erikli okul müdürünün adını düzeltmiş. O sırada İsmet Karan okul müdürüdür. Faşisttir. Eğitim şefi Turgut Şahbenderoğlu da ondan daha faşist bir yöneticidir. Seherin babasına kızını gösterilmemiştir. İdareye çağrılarak baba doldurulmuştur. Cahil olduğu için kızı aleyhinde söylenenlere inanmış, çok öfkelenmiştir.
Müdür odasına çağrılan Seher'i babası döğmeye başlamıştır. Niçin dövüldünü bilmeyen Seher deliye dönmüştür. Yıldırım gibi müdür odasından çıkıp deniz kenerına doğru koşmaya başlamıştır. Öfkeyle kendisini denizin sularına bırakmak istemiş olacak ki denize atlamıştır. Kıyı kayalıktır. Başı kayalara vurduğu için orada bilincini yitirmiştir. Arkadaşları battaniyelere sararak okulun önüne çıkarmışlardır. Henüz ölmemiştir.
Bundan sonrasını bilemiyorum. Sürgün edilen biz öğretmenler okulla ilişiğimizi kesmiştik. Okul açıldığında biz yoktuk.
Geride kalan birkaç demokrat öğretmen de çocukların acılarını dindirememişlerdir. Hatta bazı öğretmenler boykota katılan öğrencilerden notlarla intikam almışlardır. Bizleri kötüleyerek yanlarına almaya çalışmışlardır. Boşuna çaba....
Olayların geçmişini de bilmek gerekir. Birden bire başlamamıştır boykot olayı... İki yıl önce öğretmen okulu öğretmenleri Orhan Kemal'in 72 Koğuş adlı eserini sahneye koymuşlardır. Devrimci öğretmenler tarafından oynanan bu eser oynandığı il ve ilçelerde çok beğenilmiştir. Hatta Erfelek'te oynanırken Fakir Baykurt ve eşi de izlemişlerdir.
O sırada ben SİNOP TÖS ŞUBESİ BAŞKANIYDIM. Bizler dünya görüşümüzden dolayı İDARENİN hoşuna gitmiyorduk. Öğrencileri devrimci öğretmenlerden uzak tutmaya çalışıyorlardı. İdare TÖS'lü öğretmenleri baskı altında bulunduruyordu. Hatta muhasebe müdürü de bu baskıları artırmak için tüm çabasını gösteriyordu. Örneğin 1969 ocak ayı maşlarımızı ödemiyordu. Aradan 9 gün geötiği halde maaşlarımızı alamıyorduk. Üç ayda bir gelen ödeme emri bakanlıkça gönderilmediği için Muhasebe müdürü bunu fırsat bilerek ödeme yapmıyordu. Mal müdürleri ilçelerde ödemiştir. Fakat il merkezi ödemiyordu. TÖS başkanı olduğum için üyelerimin haklarını korumakla yükümlüydüm. Vali ile görüştüm. Sonuç alamadım. İl içinde tüm ilgililerle görüşüp konuştum ama olumlu bir sonuç alamadım. Zamanın Mili Eğitim Bakanı İlhami Ertem'e bir tel çektim. 'BU GÜNE DEK ÖĞRETMENLERİNE MAAŞ ÖDEYEMEYEN BİR BAKAN İÇİN EN ÇIKAR YOL İSTİFADIR' yazdım.
Bu telgraf üzerine bakanlık emrine alındım. Danıştay'dan olumlu sonuç aldım, ama yine de Adıyaman'a sürülmekten kurtulamadım. İki yıl sonra Danıştay karıyla yine Sinop'a döndüm. Bu arada idare baskılarını daha da artırmış, öğretmen ve öğrenciler üzerinde terör estirmeye başlamışlardı.
Benim Sinop'a dönüşüm büyük bir sevinç yaratmıştır. Öğrenciler arasında sevilen öğretmenlere karşı olumlu bir tutum başlamıştır. İdare artık eskisi gibi at oynatamıyordu.
Gittiğimiz her yerde alkışlanıyor, sloganlarla karşılanıyorduk. Okul idaresi ve yandaşları bundan hiç hoşlanmıyorlardı. Çareyi bizleri sürgüne göndermekte buldular. Ben Sinop'a döneli iki ay olmuştu. İkinci yarı yılın ortasında sürgün kararnamemizi çıkardılar. Derslere girecek yeni öğretmenler çocukları tanımadıkları için yıl sonunda yatılı öğrenciler zarar göreceklerdi. Öğrenciler gergindi. Yıl sonu gelmeden öğretmen değişikliği istemiyorlardı. Okulda bu duygu ve görüş hakimdi.
OLAYIN BAŞLAMASI: Spor salonunda öğrenciler folklor çalışması yapmışlar. Etüt zili çalmak üzeredir. Salonu boşaltan öğrenciler sınıflara girmek için koşmaktadırlar. Okul müdürü İsmet Karan Öfkeyle gelir; 'sizler burada niye toplandınız' diyerek önüne gelene vurmaya başlar. İşte o anda olay patlak verir. Sloganlar atarak okul müdürü protesto edilir. Sınıftaki öğrenciler de çıkar...
Boykot başlamıştır. Organize bir olay değildir. Müdürün öğrenci döğmesi bardağı taşıran son damla olmuştur.
Sonra olay ÖĞRETMENLERMİZİ İSTERİZ. ÖĞRETMENLERİMİZİ SÜRMEYİN şeklinde gelişmiştir. Gece olduğu için okulda nöbetçi öğretmenlerden başka kimse yoktur. Okul müdürünün lojmanı derslik binasındadır. Öğrenciler bütün kapıları tutmuşlar, arkalarına masa, sıra yığmışlar, dışarıdan içeriye kimseyi almamışlardır. Öğrenciler koridorlarda sabahlamışlardır. Ortaokuldaki küçük çocuklar ablalarının kucaklarında uymuşlardır. Vali, Milli Eğitim Müdürü, Emniyet müdürü, polisler okulun dış kapısından içeriye girememiştir. Sonrasını Ayhan Altay'ın yazısından, öğrenci anılarından izleyebilirsiniz.

SEHER'İN MEZARI DA YOK
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
YUNUS EMRE

Seher Yalçınkaya canına niçin kıydı? Babası dövdüğü için dediler. Babası niçin dövdü? O'na okul yöneticileri neler söyledi de kızını arkadaşlarının gözleri önünde dövdü? Acaba bir iftiraya mı kurban gitti?
Bu soruların yanıtları bilinmiyor. Ölümü bilinmezlerle dolu seherin...
Ölümünden sonrası daha da üzücü.
Öğretmeni olduğum için Giresun'dan Taşköprü'ye giderek mezarını ziyaret etmek istedim. Eğer mezar yapılmamışsa bir mezar yaptırmayı düşünüyordum. Oralı olan eğitimci arkadaşlara telefonla geleceğim bildirildi.
Öğretmen evinde buluştuk. İki taksiyle Alisaray köyüne vardık. Bir kaç noktada durduk. Gördüğümüz kişilere sorduk. 'Aradan 45 yıl geçmiş biz bilemeyiz' dediler. Haklı olabilirlerdi. Anne, baba ölmüştü.
'Kardeşine sorun' dediler. Kardeşini bulduk. Mezarlığa götürdük. 'Ablam öldüğünde ben okuldaydım. Psikolojisi bozulmasın diye bana haber vermemişler. Ondan sonra da ben mezarına gitmedim.' dedi. Köyde bir ablası daha varmış, ama onunla dargınmış... Gidip kendisini çağırmadı... Çağırsa da sonucun değişmeyeceği izlenimini edindim. Çünkü Seher intihar ettiği için onu dışlamışlardı. Mezarı bilen elbette ki vardır. Ancak söylemiyorlardı. Belki namazı bile kılınmamış olabilir.
Benimle giden arkadaşlar mezarı bulabilirlerse bana bilgi vereceklerini söylediler. Bu eğitimci arkadaşlar oralıdır. Umarım olumlu bir sonuç alınabilir...
'Bir çalıdır mezar taşı garibin'... O bile yok...

 

 

BÖLÜM-15 SİNOP'UN İKİ EN'İ

           En’ler her zaman ilgi uyandırır. Her yerin enleri olduğu gibi Sinop’un en’leri vardır. Bunların başında “Demokrat Sinop” gazetesi gelir. Haftalık olarak 1957 ile 2003 yıları arasında yayınlanmıştır. Bu süre içerisinde gazeteni fiyatı hiç değişmemiş, sürekli 5 kuruş olarak kalmıştır. Bu fiyat, yıllarca en ucuz gazete olma unvanını taşımasını sağlamıştır.

           2016 Sinop’unda, iki gazete “Bizim Karadeniz” ile “Haber 57” adlarıyla yayınlamaktadır.

           Sinop’un ikinci en’i; İnceburun Feneri’dir. Bu feneri en yapan ise Türkiye’nin en kuzey noktasındaki fener olmasıdır. Bu fenerin bir de fıkrası vardır:
           Fener Fıkrası:

           Bir savaş gemisi karanlık bir gecede yol alıyormuş. Komutan birden, tam karşıdan üzerlerine doğru gelen bir ışık fark etmiş. Hemen telsizle karşı tarafı uyarmış:
           –"Derhal rotanızı otuz derece doğuya çevirin!"
Çok geçmeden karşılık gelmiş:
           –"Siz rotanızı otuz derece batıya çevirmelisiniz!"
           Komutan sinirlenmiş, yeni bir mesaj göndermiş:
           –"Size, rotanızı derhal otuz derece doğuya çevirmenizi emrediyorum!"

           Karşıdan yanıt gelmekte gecikmemiş:
           –"Asıl siz rotanızı otuz derece batıya çevirmelisiniz!"
           Komutan öfkeden küplere binmiş, yeni bir mesaj göndermiş:
           –"Ben yirmi yıllık kaptanım, sizi son kez uyarıyorum, rotanızı otuz derece doğuya çevirin!"
           –"Siz yirmi yıllık kaptansanız ben de otuz yıllık denizciyim, derhal rotanızı otuz derece batıya çevirin!"
           Komutan, sinirden tir tir titriyormuş, emir vermiş yanındakilere «Bütün topları ateşe hazırlayın!» diye! Bu arada da son bir mesaj göndermiş:
           –"Burası bir savaş gemisi, derhal rotanızı otuz derece doğuya çevirmezseniz ateşe edeceğiz!"
           Karşıdan yanıt gelmiş:
           –"Burası İnceburun Deniz Feneri! Rotanızı derhal otuz derece batıya çevirmezseniz, az sonra kayalara çarpacaksınız!"

           İşte bu Fenerin bekçiliğini yapan bir de aile vardır burada. “Çilesiz” ailesi. Erol, Makbule ve Hanife Çilesizden oluşan bu aile, soyadlarına inat, ülkemizin en kuzey noktası olan İnceburun’da yaşam için insanlardan ve birçok olanaktan uzak çile çekmektedirler. Ve de bu aile, Türkiye’nin en kuzey noktasında yaşayan aile olarak “en” kategorisine girer.

           En’ler her zaman ilgi uyandırır. Her yerin enleri olduğu gibi Sinop’un en’leri vardır. Bunların başında “Demokrat Sinop” gazetesi gelir. Haftalık olarak 1957 ile 2003 yıları arasında yayınlanmıştır. Bu süre içerisinde gazeteni fiyatı hiç değişmemiş, sürekli 5 kuruş olarak kalmıştır. Bu fiyat, yıllarca en ucuz gazete olma unvanını taşımasını sağlamıştır.

           2016 Sinop’unda, iki gazete “Bizim Karadeniz” ile “Haber 57” adlarıyla yayınlamaktadır.

           Sinop’un ikinci en’i; İnceburun Feneri’dir. Bu feneri en yapan ise Türkiye’nin en kuzey noktasındaki fener olmasıdır. Bu fenerin bir de fıkrası vardır:
           Fener Fıkrası:

           Bir savaş gemisi karanlık bir gecede yol alıyormuş. Komutan birden, tam karşıdan üzerlerine doğru gelen bir ışık fark etmiş. Hemen telsizle karşı tarafı uyarmış:
           –"Derhal rotanızı otuz derece doğuya çevirin!"
Çok geçmeden karşılık gelmiş:
           –"Siz rotanızı otuz derece batıya çevirmelisiniz!"
           Komutan sinirlenmiş, yeni bir mesaj göndermiş:
           –"Size, rotanızı derhal otuz derece doğuya çevirmenizi emrediyorum!"

           Karşıdan yanıt gelmekte gecikmemiş:
           –"Asıl siz rotanızı otuz derece batıya çevirmelisiniz!"
           Komutan öfkeden küplere binmiş, yeni bir mesaj göndermiş:
           –"Ben yirmi yıllık kaptanım, sizi son kez uyarıyorum, rotanızı otuz derece doğuya çevirin!"
           –"Siz yirmi yıllık kaptansanız ben de otuz yıllık denizciyim, derhal rotanızı otuz derece batıya çevirin!"
           Komutan, sinirden tir tir titriyormuş, emir vermiş yanındakilere «Bütün topları ateşe hazırlayın!» diye! Bu arada da son bir mesaj göndermiş:
           –"Burası bir savaş gemisi, derhal rotanızı otuz derece doğuya çevirmezseniz ateşe edeceğiz!"
           Karşıdan yanıt gelmiş:
           –"Burası İnceburun Deniz Feneri! Rotanızı derhal otuz derece batıya çevirmezseniz, az sonra kayalara çarpacaksınız!"

           İşte bu Fenerin bekçiliğini yapan bir de aile vardır burada. “Çilesiz” ailesi. Erol, Makbule ve Hanife Çilesizden oluşan bu aile, soyadlarına inat, ülkemizin en kuzey noktası olan İnceburun’da yaşam için insanlardan ve birçok olanaktan uzak çile çekmektedirler. Ve de bu aile, Türkiye’nin en kuzey noktasında yaşayan aile olarak “en” kategorisine girer.

 

BÖLÜM-16 TİYATRO

           Ne yazık ki Sinop’ta tiyatronun tarihçesine ilişkin somut veriler bulamadım. Ben size bildiğim dönemleri anlatacağım.

           Sinop’ta tiyatro etkinlikleri iki koldan yürümüştür. Bunlardan birinci Halkevleri/halk eğitim, ikincisi ise cezaevi. Gerçekte bir üçüncü kol da okulların hazırladığı yılsonu müsamereleri sayılabilir.
Tarihsel sürece ilişkin somut kanıtlara ulaşamadım ama kendi gözlem dönemlerimde tiyatro, yerel olanaklarla yapılırdı.

           1950’li yıllarda Halkevleri tiyatro kolları il ve ilçe merkezlerinde her yıl bir oyunu sahnelerdi. Bu oyun yalnızca kendi ilçe merkezinde kalmaz, diğer ilçe merkezlerinde de oynanırdı. Bu oyunlarda çağdaş tiyatro anlayışından çok geleneksel Türk Tiyatro öğeleri olan Meddah, Kavuklu gibi öğelerin izleri bulunurdu.

           İlçelerde sinemanın olmadığı dönemlerde bile yüzlerce kişiyi alabilecek salonlar bulunurdu. Bu salonlar, ilçe belediyelerinin olanakları ile yapıldığından bazılarının –benim anımsadığım Erfelek’tekinin- zeminleri topraktı. Yıl boyunca birkaç kez kullanılan tahta sıralı oturma yerli salonlar aynı zamanda bir pire üreme merkezi olabiliyorlardı. Eğer, oyundan önce gerekli ilaçlama yapılmamışsa, çıktığınızda pirelerin bedeninizde dolaşmaya başladığını rahatlıkla anlayabilirdiniz.

           1950’lerin oyunlarının büyük çoğunluğu, yerel olarak üretilirdi. Genellikle konusunu yerelden alan, toplumsal içerikli güldürü oyunlarıydı. Bugün bu oyunların yazılı metinlerini bulabilmek olanaksız.

           1960’lı yıllarda oynan oyunlar artık toplumsal içeriği öne çıkan ve kitaplaşmış yapıtlardı. Cahit Atay, Necati Cumalı, Orhan Kemal, Orhan Asena, Melih Cevdet Anday gibi yazarların yapıtları sahnelenirdi.
Oyunlar büyük bir ilgiyle karşılanır. Günlerce konuşulurdu..

           Yine bu dönemde Sinop’un büyük şanslarından Savcı Berin Taşan’ın gayretleriyle oluşturulan cezaevi tiyatrosundan söz etmek gerek. Bu topluluk oyunlarını o ünlü cezaevinin içinde oluşturulan bir sahnede sergilemekteydi.1964 yılında tümü hükümlülerden oluşan bu tiyatro “HAMLET” oyununu sergilemişti. Oyun yalnızca Sinop ve çevresinde değil, ülkemizin tümünde yankılanmış, İstanbul gazetelerinde haber olmuş, izleyen profesyonel tiyatrocular tarafından övgülenmiştir.

           12 Eylül dönemine kadar etkin bir tiyatro yaşamı sürmüştür. Bu dönem ve sonrasında gelişen televizyon yayını tiyatro çalışmalarını da olumsuz etkilemiştir.

           Günümüz Sinop’unda tiyatro yeniden bir önem kazanmaya başlamıştır. Geçmişinde olduğu gibi ‘muhalif’ karakteri ile adeta küllerinden yeniden doğmuştur.

           Geçmişin politik muhalefetini de içeren günümüz Sinop Tiyatrosu, bu içeriğine güncel çevre sorununu da eklemek, hatta öne çıkarmak gerekliliğini saptamıştı.

           Yapılması düşünülen Nükleer Santral ve çevresine yapılması planlanan termik santrallerin Sinop’un geleceğini yok edeceği gerçeğinden hareket etmektedir.

           Sinop Sanat Tiyatrosu (SST) adıyla kalıcı bir tiyatro topluluğu oluştrulmuştu ama kalıcılık konusunda başarılıolamadı. Sinop Sanat Tiyatrosu; Sokak oyunu “Nükleerle evleniyoruz” ve “Üç Kuruşa Gelecek” oyunlarıyla Sinop’ta yeniden bir doğuşu gerçekleştirmişti.

           Her iki oyunda da Sinop’un Nükleer Belası öne konu ediliyor. Üç kuruşa gelecek; Sinop’un aykırılarından Diyojen ve Tarzan Kemal’in öyküsüyle başlıyor. Daha sonra iki inşaat işçisinin yaşamından yola çıkarak günceli yakalıyor. Para babalarının çıkarları için çevirdikleri ve çevirebilecekleri dolaplarla, toplumun yaşamının nasıl hiçe sayıldığı eğlenceli bir biçemle anlatılıyor.

           Yine 2008 yılında, Nükleer Karşıtı Platform ve SST’nun öncülüğünde Sinop Tiyatro festivali düzenleniyor. Bu festival, Sinop’un tiyatroyla yeniden buluşmasıdır.

           Festival kapsamında on beş günde, dört tiyatro topluluğu oyunlarını sergiliyor. Ayrıca tiyatro üzerine söyleşiler gerçekleştiriliyor. Süreçte Sinop Kalesinden, İskelesine, salonlardan, sokaklara birçok mekân kullanılarak halkla bütünleşiliyordu.

           Sinop Sanat Tiyatrosu kapanınca daha önce SST’nda görev almış bazı insanlar TELVİN SİNOP SANATEVİ” adında bir dernek oluşturdular. Bu oluşum; tiyatronun yanı sıra, bale, müzik, halk dansları, salon dansları, akıl ve zeka oyunları, el sanatları gibi sanatın birçok dalında özellikle çocuklara yönelik etkinliklerde bulunuyorlar.

           Telvin Sanat’ın tiyatro çalışmaları daha çok çocuklara yönelik interaktif oyunlardan oluşsa da, Telvin Sanat; büyüklere yönelik tiyatro çalışmaları da yapmakta. Telvin Sanat’ın 2016 tiyatro peogramında Necati Cumalı’nın “NALINLAR” oyunu da yer almakta.

           Telvin Sanat Tiyatrosu, oyunlarını yalnızca Sinop ve İlçeleriyle sınırlı tutmamış. Yurtiçi turnelerin yanı sıra başta Almanya olmak üzere yurtdışı turneler de yapmiş ve yapmayı planlamaktadır.

           Sinop gibi nufusunun büyük çoğunluğunu göç vermiş bir ilde, Kültür Bakanlığının yetersiz de olsa desteğiyle ayakta durmaktadır. Telvin Sanat’ın tiyatro şovalyeleri; yaşamını sürdürebilmek için dekor ve kostümlerini kendileri hazırlamaktadırlar.

           Tiyatronun Sinop’ta tutunabiliyor olmasının, Türkye’de en çok kitap satışı yapılan birkaç ilden biri olmasının getirdiği kültür yapısından kaynaklanır.

 

BÖLÜM-17 GÜNÜMÜZ SİNOP'U

                     Bir akşam öncesi yaklaşıyorum Sinop’a. İçim kıpır kıpır. Özlemimle anılarım sarmaş dolaş olmuşlar, bir yerlerimi acıtıyorlar.

                     Yol kıyısında üç genç almamı işaret ediyorlar. Belli ki okullular. Kol altlarında kitapları var. Duruyorum. Kapıyı açıp girerken birer birer “selamünaleyküm” diyorlar. Apışıp kalıyorum. Yanıt vermiyorum.

                     Birkaç dakika sonra konuşabiliyorum. Gençler Sinop Eğitim Fakültesi öğrencileri. Üstelik de sınıf öğretmenliği bölümünde okuyorlar.

                     Onlara yirmi beş yıl sınıf öğretmenliği yaptığımı söylüyor ve ekliyorum: “Öğretmenlik güzel şeydir. Yalnız, öğretmen olabilmek için yurdumun geleneksel öğretmen çizgisini ileriye taşımak gerek. Yalnızca öğrenci okutmaya indirgemek yanlış. Öğretmen çağdaş olmalı, halkının yanında ama onu değiştirip dönüştürmeye aday olmalı” diyorum.

                     Anlayıp anlayamadıklarını belirlemeden giriyoruz Sinop’a. Hemen 18 evler dolayında iniyorlar. İnerlerkenki ayrılış sözleri “İyi günler” oluyor.

                     Yokuşu indiğimde o küçük Kaleiçi garajın yıkıldığını görüyorum. Sakarya Caddesi tek yönlü olmuş. İki yanındaki iki üç katlı ahşap evler yok. Beş katlı beton yığınlarının arasından geçmek yüreğimi sızlatıyor.

                     Ulu Caminin yanından çocukluğumla birlikte geçiyorum. Meydankapı benim bıraktığım yer değil.

                     Adaya doğru sürüyorum aracımı. Tanıdık olmayan yerlerden geçerek geliyorum ablamın evine. Balkondan limanın bir bölümü görünüyor. Uzun uzun bakıyorum ama yetmiyor bana.

                      Sabah, balkondan Sinop’a bakarken karmaşık duygularım sürüyorum. Daha yüksekten, daha panoromik görmeliyim diyorum. Sinoplunun "ada" dediği, yarımadaya çıkıyorum.

                     Kentin büyük bölümü ve liman seriliyor gözlerimin önüne. “Al gözüm seyrele” diyorum kendime, birçok kez olduğu gibi.

                     Doğu yönlü olan iskeleye batı yönünde daha büyük bir bölüm eklenmiş. Buzhane iskelesini göremiyorum.

                     Büyütülmüş balıkçı barınağından çıkan bir teknenin patpatlarını duyuyor, suda bıraktığı beyaz ize dalıyorum. Kürek çekerek gelip Rıza Nur Kütüphanesi önlerine ağ bıraktığımız günler aklıma geliyor.

                     Gelincik yönündeki yeşilliklerin yerini beton yığınları almış. Pervane tepesinin arkalarına uzanan konutlar göz açısından silmiş yeşili.

                     Yeniden eve dönüyorum. Ablam nokul yapmış benim için. Özellikle üzümlüsünü çok sevdiğimi bilir. Kahvaltı, ziyafet benim için.

                     Kahvaltıdan sonra kırk yıl öncemi aramak için iniyorum evden. Kapıdan çıktığım nokta, okuldan kaytardığımızda görülmemek için geldiğimiz kırlar… Biraz aşağıda küçük düzlükler ve zeytin ağaçları vardı. Artık ne kır, ne de zeytin ağaçları var. Her yer beton…

                     Bugün dostları arayacağım önce.

                     Meydankapı yönüne yürürken tanıdık bir yere çıkarıyor ayaklarım beni. Sağımda Balatlar Kilisesini görüyorum. O, hala yüksek kalabilen duvarının üstündeki sarmaşıklarla kıvırcık saçlı bir kadın gibi görüntüsünü korumuş.

                     Kilisenin bulunduğu bahçenin alt bölümündeki küçük ve dar sokağa yöneliyorum. Yaklaşık elli metre sonra bir bölümünün en azından dış görünümü yenilenmiş bir evin kapısını çalıyorum.

                     Kapıyı şişmanca bir kadın açıyor. Özür dileyerek soruyorum Berber İsmail’in nesi olduğunu. “Geliniyim” diyor. Be kez de Ali’nin eşi mi olduğunu soruyorum. “Hayır” diyor. “Hüsnü’nün eşiyim.”

                     Kendimi tanıtıyorum. Hüsnü’nün öldüğünü bildiğimi ve evin bende anıları olduğunu anlatıyorum. Kısa bir görüşmeden sonra, kendisini hem rahatsız ettiğimden, hem de anılara götürüp üzdüğümden dolayı özür dileyerek ayrılıyorum.

                     Sağda solda tek tük kalmış eski ve yarı yıkık ahşap evlerin arasında ilk gençliğimi de arayarak iniyorum Kefevi’ye.

                     Gençliğimden kalan tek yapı; aslına uygun onarılarak etnoğrafya müzesi yapılmış, Aslan Torunlar Konağı. Bir tek bu konak kalmış gençliğimi anımsayan, bir de şimdilerde öğretmenevi olan taş bina okulum.

 

MORCİVERT
savruk saçlarında gri bulutlar
etekleri yalpanır sularda
İnce beline dolayıvermiş kaleyi
Bir elinde fener, diğerinde şiir
helesaya çıkmış bir yalı yosmadır sinop
lacivert yunuslar tutsak

amazon acımasızlığındadır özlemi
sabah takalarında koşar balıklar
yalı kahvesinin çınarlarına
ya şimdi ya da şimdi tutkuludur bıldırcın

adadan denize inen yollarda arnavut kaldırımları
pedavra evlere anlatırdı yaşamı / ökçe seslerinde
şarap tadında esrimiş sis bulutları
oooyyy zeytin ağaçları, zeytin ağaçları
kopası kırılası haramilerin
yıkılası beton duvarları

bir serenin yelinde dinlemiştik
hasan ayazma tınılarını
adanın burnunu duman bürümüştü
masa üstünde kotra
yürek üstünde dizdar kızı
sabahlar eyy sabahlar
tarzan kemal'i özlemiş deniz
yalı çölünde sabahlar

düşlerime girme sinop
girme
düşlerime
                         Ayhan Altay

 

BÖLÜM-18 SON SÖZ

                     Beynimin klavyeye hükmettiğince anlatmak istedim Sinop’u. Bilinsin, unutulmasın diye.

                     Gözünü turizme dikmiş bir kentin bu kadar hoyratça harcanması akıl alır gibi değil.

                     Kent rantı uğruna yağmalanmasının yanı sıra, bu olağanüstü güzelliklerin ortasına büyük çevre kirleticileri yapmayı da devlet planlıyor.

                     Küresel iklim değişiminin Ege ve Akdeniz’i çöle dönüştürmesine öyle fazla zaman yok.
Karadeniz Bölgesinin yurdumuzun sığınılacak yeri olacağı günler çok da uzak değil.
Kişisel çıkarları uğruna yarının yaşanılabilecek yerlerini yok etmek isteyenlere bırakılamayacak kadar değerli bu bölge.

                     Hiçbir akıl, hiçbir gerekçe, hiçbir mantık Sinop’a nükleer Santral yapılmasına onay veremez. Bu yetmiyor, Sinop kıyılarına; Gerze, Erfelek ve Ayancık’a birer de termik santral yapılması planlanıyordu. Gerze halkı önledi bu termik santrali, diğerleri sırasını bekliyor..

                     Sinop halkı belki kent rantlarının yağmalanmasını kavrayamadığı için sessiz ama santraller için sokakta. Sinop tarihinin en büyük mitinglerini gerçekleştirdi. Savaşımını sürdürüyor.

                     İşte sözün bittiği yer burası…

 

                     Kent merkezinin hoyratça çirkinleştirilmesine karşın kırsalı güzelliklerine yeni güzellikler katmakta.        

            Baraj ve göletlerden çok kırsaldan göçün sonucu, tarlaların ormanlaşmasıyla akarsuları gemlendi. O, birkaç yılda bir kıyılarında oturanları korkutan –çok eskilerde Rum evlerini alıp götüren ve belki de bu nedenle geçmişin kültür mirasını da yok eden- seller artık yok. Seller olmayınca akarsu yatakları daralmış. Kıyıları orman örtüsüne bürünmüş. Zaten çılgın olan doğasına, akarsu çevrelerinin “tablomu yap benim” diyen çığlığı eklenmiş.

                     Yalnızca Erfelek’teki Şamı şelaleleri değil, dağların kuzeye bakan tüm yamaçlarından, Karadeniz’in kıyısına kadar tüm bölge şaşırtan bir yapıda. İnsana; “Tanrım, burayı yarattınsa, Cennet’e ne gerek vardı” dedirten görüntüsü… “Ne bileyim, belki de; Tanrının cenneti burasıdır. Cennetteki kulları da buradadır. Ancak başka bir boyutta olduklarından görülmemektedirler” diye düşünmeye zorluyor.

                     Doğasının bu güzelliğine karşın, hemen hemen gelmiş geçmiş tüm yöneticilerin yağmasına uğradı kentimin merkezi. Artık ne çocukluğumun kenti var orada, ne de beni avutacak anıların anımsatanları.

                     Çocukluğumun ve ilk gençliğimin izlerini aradığım Arnavut kaldırımı sokaklarda asfaltın pis kokusu ve yüz karası siyahlığı var.

                     İki su arasına sıkışmış betondan oluşan bir yer, benim gibi göçmen kuşların terk ettiği, kenti gri bir yığın olarak algılayanların doluştuğu bir diyar artık.

                     Ahşap konaklar ve Rum evlerinin yerlerine beton dikerek kent yapılacağını sananlar aldandılar. Geçmişi yok edilen bir yerin geleceği olacak mı?

                     Zeytinlikleri, malta eriklerini, mandalina bahçelerini yok ederek mi uygarlaştık? Bunlarla birlikte başta anılarımız olmak üzere neleri yok ettik.

                     Tüm sömürge ülkelerde görülen kıyı boyu kale duvarı yükseltilmiş beton binalara mı anlatacağız aşklarımızı.

                     Bıldırcın avladığımız ada; gözlerimizi yaralayan bloklarla yas simgesi asfaltlarda ağlıyor artık, geçmişin güzelliklerine.

                     Çöplüğe ve lağım çukuruna çevirdiğimiz denizimizde, bizleri terk etmeden yaşayacaklarını mı sandık yunusların ya da ayı balıklarının.

                     Oya Koca’nın sözcükleriyle; “Rahat gelir elde etmek için geçmiş yaşamlarını ‘kat karşılığı’ satan Sinoplular” düştükleri yoksunluğu anlayabilecekler mi?

                     Bir kenti kent yapan onun belleğidir. Bu kentin artık bir belleği yok. Görevle gelenlerin gitmedikleri, yerleştikleri Sinop düşlerde kalmaya mahkûm. “Suya tutunan şehir”in suyla ilintisi de kalmadı artık. Denize koşut ikinci sokakta denizin kokusu bile yok. Yalnızca moloz, pislik ve yozluk kokuyor.

                     Son koylarımız da tutsak edildi canavara. Yasalara bile aykırı beton duvarlar ördük otel diye. Bağışla bizi kentim. Bağışla bizi… Son nefesini kendi topraklarında rahat vermesi için geri getirilen yaşlılarımız kadar bile saygılı olamadık sana. Son nefesinde temiz bir hava almanı engelleyecek nükleer ve termik santrallerle kuşatıyoruz, tutsaklığını.

                     Artık sevdamız bir çıkmaz sokaktır.

ey benim yosun kokulu kentim
sevdalı düşlerinden uyan da bir bak
asfaltı kemiren yeşil otlarına
güzkuşağı gürgen dallarına
ve
bıldırcın düşüren gecelere
son bir kez
belki bir daha görmeyeceksin
kuytularında elikleri

 

2000 -2005

 

webs counters